a kind of blue
Ben müzisyen değilim. Bir zamanlar heveslenip klarnet almışlığım, alıp da onunla “Besame mucho”, “All of me” ve “Blue bossa” çalmışlığım vardır. Evet, o klarnetin mantarlarını özenle yağlamış, kutusunu açınca burnuma dolanan abanoz kokusunu derin bir nefes ile içime bir sigara tiryakisi gibi çekmişliğim, onu çalmaya çalıştıktan sonra yumuşacık tülbent ile içini temizlemişliğim de vardır. Ama malesef bunlar beni müzisyen yapmaya yetmedi. Bir doğum günümde uzun yıllardır biriktirmekte olduğum paralara kıyıp aldığım, ve hala kokusunu unutamadığım o klarneti, sıcak ve bunalımlı bir yaz gününde Yunanistan’a giden bir trene bilet alabilmek için zengin bir orta okul çocuğuna sattım. Babası ile gelmişler ve klarneti denemeye gerek bile duymadan elime birlik ve beşliklerden oluşan nakit dolar öbeğini tutuşturup güzel ve pahalı arabalarına binip gitmişlerdi. Altı üstü 4 banknot ile de ödenebilecekken, bir öbeğe dönüştürülmüş olarak bana verilen o paralarla yol kenarında kalakalmış ve durumun ironikliğine şaşmıştım Ben müzisyen olacak hatun kişi değildim, değilim, eğer bir peri, değneğiyle karşıma dikilip “dile benden ne dilersen” demezse de asla olamayacağım, biliyorum. Ama yine de müzikten bahsedeceğim bu yazıyı yazacak kadar densiz bir insan olmayı başardım. (Uzman olmadığım konularda atıp tutmayı aslında hiç sevmem. :)
Dünyanın gaz ve toz bulutu, benim ise “rockçı” bir genç olduğum dönemlere gidecek olursak, kardeşimin odasından yükselen, yeni yeni dinlemeye başladığı Jazz müziğin sesini illaki duyacağız. Her zaman kilitli tuttuğu, ve eğer kendi çaldığı gitarının sesi değilse mutlaka dinlemekte olduğu Jazz bir müziğin, altındaki aralıktan sızdığı o kapının önünden geçerken ben hep şunu düşünürdüm: “Tanrım bu kadar sıkıcı bir müziği bu yaşta insan neden dinler ki?” Uzun süre anlam veremedim. “Bu çocuğa ne oldu, hasta mı acaba, odasından da çıkmıyor…” diye endişelendim. O müziğin içimi daralttığı o zamanlara şimdi bakıp kendime inanmakta zorlanıyorum.
Müzik, hayatımın büyük bir çoğunluğunda o kadar önemli bir unsur oldu ki çoğu zaman insanları dinledikleri müziğe göre değerlendiriyorum elimde olmadan. Bir insanın farklı müzik türlerinden hoşlanıyor ve televizyon ve radyo yani bir şekilde popüler kültür ile kendisine sunulanların dışında bir şeyler arayıp buluyor, onların değerini anlıyor, kıymetini biliyor olması benim için o insanın kişiliğine ilişkin çok ciddi bir ipucudur. (Bunun beni kimi zaman çok önyargılı bir insana dönüştürme tehlikesinin farkında olduğum için, elbette insanları tanırken tek parametre olarak müziği kullanmıyorum, ama en önemli parametrelerden biri olduğunu ve beni şimdiye kadar hiç yanıltmadığını da inkar edemem. Bunları dinlemediği halde çok değer verip sevdiğim insanların olması, bu yöntemin bana sağladığı ipuçlarının geçerliliğine karşı bir kanıt oluşturmuyor.) Eğer iyi bir müzisyen değil de sadece bir dinleyici iseniz, Jazz gibi bir müzik türünü “sevmeyi öğrenmek” gerekir. (İyi müzisyenler er ya da geç kendilerini Jazz ile başbaşa kaçınılmaz olarak bulurlar.) Şarabı ya da alışık olmadığımız bir peyniri sevme sürecine benziyor bu biraz. Daha az sosyetik olacağını umarak belki Avrupa Sineması’nı örnek verebilirim. Yıllarca Hollywood filmerine alıştırıldıktan sonra bir Fransız filminin yavaşlığından keyif almaya başlamak için önce herhalde en az 10 tanesinden sağ çıkabilmek gerekir. (Evet ben Fransız filmi izleyip sıkılmıyorum, herkes bilsin :P )
Neyse ki iyi müziğin değerini anlamak ve ondan keyif alabilmek için iyi müzisyen olmak gerekmiyor.
Bu yazı kendisine cebren ve hile ile Jazz müziği sevdirecek bir kardeşi olmayan, kapıların altından sızıp zorla kulaklarına dolanan müziklerin olduğu bir evde yaşama fırsatı bulamayanlar için yazıldı. Dünyanın bir yerlerinde Fourplay’in “Going back home”undan, Rosenberg Trio’nun “Armando’s Rhumba”sından, Charles Mingus’un “Fables of Faubus”undan, Miles Davis’in “Tutu”sundan, Esbjörn Svensson Trio’nun “From Gagarin’s Point of View”undan*…, hatta Jazz’dan etnik müziklere uzanırsak Paris Combo’dan, Infected Mushroom’dan, Deep Forest’tan, Brooklyn Funk Essentials’tan*… haberi olmayan o büyük çoğunluk için; ve zamanında bana tanınmış şans için kardeşime bir teşekkür; ve hayata, bana yaptığı bu güzelliğe karşı bir borç ödemesi olarak yazıldı…
Ayrıca bunları anlayarak dinleyen insanların sayısının artışı ile gezegendeki savaşların sayısının azalacağına ilişkin acayip bir inanca da sahibim.
Sevgiler
Öğreten kadın
*Her iki liste de çook uzayıp gidebilir tahmin buyurduğunuz üzere.
Küçük bir not: Neden “caz” yerine “jazz” yazıyor olduğum konusunda haklı eleştriler gelebilir biliyorum. Tamamen şımarıkça bir davranışıın eseri olarak, İngilizce haliyle “jazz” kelimesini çok seviyorum. Tek açıklamam budur :)
Başka bir not daha: Bir de yukarıdaki resme iyi bakın. Çok yetenekli, ve ileride çok güzel işler çıkaracak birisi var orada.
bacak said,
Mayıs 28, 2006 @ 03:39
fotoğraftaki resme mi bakalım yoksa fotoğrafa mı? ehe..
not: “ona resim denmez, fotoğraf denir” gibi bişii söylemeye çalışmadım.. içi içe geçmiş iki gitarist var da ondan şey ettim..
Düygü said,
Mayıs 28, 2006 @ 04:01
heheh :) ikisi de aynı kişi onların. o yüzden hangisine baktğınız farketmez efem.
ayrıca her ne kadar söylemeseniz de aslında haklısınız, ona resim denmez fotoğraf denir. ama bende bir ağız alışkanlığı, bırakamıyorum.
Ferhatt said,
Mayıs 28, 2006 @ 06:05
küçük kardeş. minik kardeş.
caz ile jazz arasındaki fark :
caz derken sadece caz kavramı var kelimede. ama şöyle vurgusuyla fln jazz dedin mi bir anda baterist girişi yapacak, pianist çalmaya başlayacak gibi… he mi ?
bi dilay said,
Mayıs 30, 2006 @ 17:59
ben anladım seni! yaşasın:)
bi de şu var, fransız filmlerine aşık uyuz insan tipi. bu tip de aslında amerikan filmlerine tahammül edememesiyle ünlü ama herkes sanıyo ki ayak yapıyo sevilmez mi lan o filmler! yani yüzüklerin efendisine başlayıp beş kere uyuyakalan insan tipinden bahsediyorum duygu hanımcım:)
çekiliyorum:)) fatilime saygımsa sonsuzzz( bu arada ben bunlara istanbulda paris combo dinlettim sevmediler hanımcım buna ne buyurursunuz?)
Düygü said,
Mayıs 31, 2006 @ 13:04
ya Dilay’ım şimdi bunlar müzisyen ya, başka bi boyutlarda yaşıyolar, öyle her şeyi sevemiyolar malesef, bi nevi lanet gibi aslında :)
Bi de Yüzüklerin Efendisi’nde uyuyan zihniyete ne desem bilemedim.
bacak said,
Mayıs 31, 2006 @ 16:04
ben de resim izlemeyi, sinema ya da müziğe tercih ederim. hayvanım. ben yendim.
:)
pinguar said,
Haziran 4, 2006 @ 10:45
Ben de rockçı evreden kurtulamamış velet olarak (eğer ki bilmiyorsan) Murat Köseoğlu’nu önerebilir miyim ? :)
Rockçı jazzcı bir insana cukkadak oturacak bir müzik yapıyor bence ;)
Hatta elin Amarikalarında bile buradakinden daha fazla tanıyorlar adamı.
Bu arada, Paris Combo güzelmiş ama biraz ‘fazla’ eğlenceli müzik yapıyorlar; her modda tutmuyor :)
Düygü said,
Haziran 4, 2006 @ 14:16
Sayın Bay Bacak,
Dikkat ederseniz, ben hiçbir şeyi hiçbir şeye tercih etmiyorum :) Beğenmeyi, anlamayı öğrenebilmeyi umuyorum Dünya gezegenindeki insan adlı varlığın ruhsal ve zihinsel olarak ortaya koyduğu emekli, özgün herbişeyi. (Dans, resim, bilim, felsefe, müzik, sinema, tasarım, hatta yemek vs vs vs…)
Sevgili Pınguar,
Önerini dikkate alacağım. Artık korsan mp3 indirmemeye özen gösteriyorum (çalışan Amerikalı insanız ya artis olduk biz artık – burda ikinci el CD’ler ucuz, siz orda gönül rahatlığıyla indirin müziklerinizi bakmayın bana;) ama bulurum elbet biyerlerden kendisini.
Paris Combo’yu benim bu kadar sevmemin tabi çok kişisel sebepleri de var, Fransızca müzikleri pek seviyorum ben :) Sanki kendimi o hiç gidemediğim Paris sokaklarında dolaşıyorum sanıyorum (hoş Dilay’a sorarsak belki o Paris sokaklarının o kadar da hayal alemsel biryerler olmadığını söyleyebilir:)… Her neyse :)
Diyeceğim o ki, bizim buralarda “appretiate” etmek deniyor. İşte ondan :)
Düygü said,
Haziran 4, 2006 @ 14:17
appretiate değil appreciate diyolar tabi. ehi.
pinguar said,
Haziran 4, 2006 @ 16:17
Ben şimdilik Yann Tiersen ile idare ediyorum bahsettiğin duyguları hissedebilmek için :)
Bu arada, kendi sitelerinde bir miktar mp3‘leri bulunuyor zaten.
Ama yine de Pera’daki Yaşlı Dilenci albümünün hepsini koymadıkları sürece (yüzsüzlüğün bu kadarı :) dediklerim havada kalacak.
Yine de albümün en bilinen şarkılarından birini koymuşlar tam buraya ;)
bacak said,
Haziran 5, 2006 @ 07:59
çok güzel ağzımın payını vermişiniz gene.
Anonymous said,
Haziran 6, 2006 @ 08:13
fotoğrafın içinde arka plandaki resim düygümün annesi NUNUU ya ait olup ,fatilimi tuvalime yansıtmaya çalışmış idim.Ayrıca çocuklarıma her dem kaliteli müzik dinleyip, bana da sevdirdikleri için teşekkür ediyorum.Onlar hiç bir zaman arabesk-pop dinlememişlerdir..ilgiiinnç..küçücük yaşlarından itibaren seçkin müzik zevkleri olmuştur.Jazz ve rock müziği onlar sayesinde tanıdım ve sevdim..Ben kimmiyim?paşa fatili ile duygulu astonom,biyolokumun annesii….
bi dilay said,
Haziran 10, 2006 @ 15:46
Yok artık Paris sokaklarına da bok atmıcam:) evet evet rüya gibi.. hala rüya gibi.. hele ki sefkiliyle daha bi güzel. Gelmeniz lazım düygü hanımcım, şiddetle davet ediyorum bu yaz.
Anonymous said,
Temmuz 18, 2006 @ 12:46
ben jazz müziğine aslından yeni başlayanlardanım….
daha henüz 17 yaşındayım ama bu enstatntatni karmaşasına inanın gerçekten bayılmaya başlamış buldum bir an için kendimiii…
evrim….