Baklavayı uçurtma, mangala havaifişek saplanır, sonra hayvanat bahçesinde hastalık kaparsın, House bile kurtaramaz. Di mi Cevat Abi? Evet.
Aslında yazmak istediğim bir sürü şey var. İç karatıcı şeyler. İçinde “Hayatın anlamı ne ulan söylesin biri artık!” gibi isyankar cümlelerin dizi dizi dizileceği şeyler. Ama kafamı toparlayıp yazamıyorum bir türlü (hadi yine yırttınız). O yüzden kaymak gibi bir hayatı, hiç endişesiz günleri olan süper siportif bir Düygü’ymüşüm gibi davranmaya devam edip, felsefi dünyamı daha sonra kaleme almaya karar veriyor ve sizleri son gelişmelerle başbaşa bırakıyorum:
- Türkiye’ye gittim geldim. Çoğunlukla Burdur’da aile yanındaydım. (Görmek istediğim bir sürü insandınız, çoğunuzu göremedim. Bu bakımdan hakikaten çok üzgünüm). Bu maceramızda çocuklarla iyi anlaşabildiğimizi, ve bir anda çeşit çeşit oyun uydurabilmek gibi bir beceriye sahip olduğumuzu gördük. Ece’yle oynadığımız “lego ve oyuncak hayvanlarla Hayvanat Bahçesi yapmacılık” en zevklisiydi. Fakat kesinlikle çocuk sahibi olmak istemiyoruz (bunun tamamen felsefi dünyamızın karanlık olmasıyla ve hayatın bir anlamı olmamasıyla ilgisi var, zira hayatımdaki en tatlı şeylerden ikisinin ismi Ece ve Kaan).
- Annanem bana su böreği, komşusu Ayla Abla da baklava yapmayı öğretti. Bu iki usta insandan öğrendiklerimi henüz hayata geçirme fırsatı bulamadım. Öncelikle bir oklava sahibi olmam gerekiyor.
- Boğaç Abi Amerikanya’dan değişik uçurtmalar ısmarlamıştı, ben de Türkiye’ye götürmüştüm. Çok eğlenceliymiş meğer. Power kite denilen, iki tutamaçlı paraşütümsü uçurtma en zevklisiydi. Güçlü bir rüzgarla insanı alıp birkaç metre öteye uçurabiliyordu, yani o aşamada siz mi uçurtmayı uçuruyorsunuz uçurtma mı sizi, biraz bulanık. Ama her şekilde bir şeyin bir şeyi “uçurtma”sı eylemi gerçekleşiyor. Bir de küçük arabası/bisikleti var, ona binip uçurtmaya dolan rüzgarla sürmek mithiş eğlenceli. Üstüne bu işi Gadın Burdur’umuzun gölünün manzarası eşliğinde yapınca “dadından yinmez” oldu.
- Fatili ve Pınar Hoca “öze dönüş” procesi başlatmışlar. Fatili bana renkli bir şalvar almış. Kendisi de Burdur’a yumurta topuk ayakkabıların arkasına basmış ve içine beyaz çorap giymiş olarak teşrif etti (Hastasıyız bee). Burdur’un eski pazarında onun için tahta takunya aradık. Bulamadık. Herkes duysun, tahta takunyaların nesli tükenmiş :(
New Orleans’tan gelişmeler ise şöyle:
-Meren geri döndü! University of New Orleans’ta Bilgisayar Bilimleri doktorasına başladı.
-4 Temmuz’da Amerika’nın bağımsızlık bayramını kutladık :P . Craig ve Paia’nın zenci mahallesindeki evine gittik, İranlı-Kanadalı Sam ve Çinli kız arkadaşı Quan da vardı (Çuan gibi okunuyor). Mangal yaptık, zencilerle sohbet ettik. Beyazların sinir bozucu derecede düzenli, mesafeli, yapmacık kibar ortamlarından ve “birisi bizi öldürür” diye hiç dolaşmadıkları bomboş sokaklarından çok başka bir atmosfer vardı. İnsanlar geçerken yiyecek istiyorlar, yanlarındaki içkileri bırakıp gidiyorlardı. Bu arada sokağın karşı tarafındaki ev birileri tarafından kerhaneye çevrilmiş. Çok acayip insanlar gelip gidiyordu. Bu insanlardan biri gelip uzun süre benimle sohbet etti. Adının sonradan Jazzy olduğunu öğrendiğim bu abla/abimizin kadın mı erkek mi olduğunu kimse henüz çözememiş. Günün sonunda Mississippi nehri kenarında uzun süren havaifişek gösterileri oluyor. Gittik izledik nitekim. (Annem de gelse de görse keşke) :)
-Buradaki hayvanat bahçesinde gönüllü çalışmaya başladım (ayrıntıları ayrı bir yazı olarak gireceğim efenim, başlı başına bir olay).
-Labımız ilk makalesini yayınladı bağlantısı şurada. İçinde benim yaptığım deneyler de olduğundan yazarlar arasındayım. Fakat abartılacak bir şey yok. Bilimsel makalelerdeki en “cool” insanlar ilk ve sondaki yazarlardır. İlk yazar deneylerin çoğunu yapmış, projeye entelektüel katkıda bulunmuş, kafa yormuş kişidir -genellikle doktora öğrencisi ya da “post-doc” olur bu insan. -Bizde durum biraz farklı oldu ama lab içi saçmalıklara hiç girmeyeyim şimdi-. Sondaki de projeyi düşünen, yürüten hocamızdır, yarı-tanrıdır, bilimsel otoritedir. Ortadakilerin ufak tefek katkısı olmuştur. Kendi makalem bile değil yani. Buraya da sırf hava olsun diye yazıyorum. Maksat güçlü kudretli bir insan olduğum görüntüsünü pekiştirmek. Bilim insanlığı yolunda attığım bu küçük adımı büyütmek, bir marifetmiş gibi şeyetmek.
-House MD, diye bir dizi var. Milyorda bir rastlanan hastalıklara yakalanan insanlara teşhis koyan Gregory House amca ve ekibini konu alan harika bir dizi. Fakat hayatın anlamsızlığıyla ilgili hislerimi perçinliyor. Neyse ondan bahsetmicektim. Efendim benim paranoyak bünyem bu diziyi izledikten sonra “ya bende hötötiditis kandibitis” varsa diye heyheylenmeye başladı. Bizim evimiz biraz rutubet sahibi. İlk başlarda rutubetlerle havalanan küflerin ciğerlerime yapışıp beni hasta ediyor olduğundan korkuyordum, sonra naftalin zehirlenmesi olduğumu düşündüm. En sonunda diziyi izlemeyi bıraktım :) O değil de bir ara dizide New Orleans’tan 3. dünya ülkesi diye bahsettiler. Bir de “Behçet Hastalığı”nın İngilizce’si de gerçekten Behcet’s Disease imiş. (Beşet diye telaffuz ediyorlar).
Son olarak, aklım bu aralar, ABD Başkanı Bush’un aşağıdaki sözü neden söylemiş olabileceğine takılmış durumda:
“I know that human being and fish can coexist peacefully.”
(“Biliyorum ki insanoğlu ve balıklar bir arada barış içerisinde var olabilirler.”)
Belki de hayatın anlamı bu sözlerde gizlidir.
Yakında hayvanat bahçesi gelişmeleri ile karşınızda olacağım.
(NOT: Uçurtma fotolarına kadar bana, o noktadan sonra Mösyö Meren’e ait, House da Gugıl’dan haliyle)
eki said,
Temmuz 19, 2007 @ 06:13
kaç seferdir “yazacam bu kez” diyip diyip üşeniyorum, kısmet bu sefereymiş : ne kadar güzel yazmışşsınız, her yazınızdan sonra bir hafta hatırlayıp hatırlayıp gülüyoruz, elinize sağlık efenim..
human being & fish olayı ise hepimizi aşar, beyhude bir çabayla ömrümüzü tüketmenin anlamı yok derim..
bu arada,”hötötiditis kandibitis” de yoktur sizde bence, hiç telaş etmeyiniz :-)
sevgiler,
eki.
–
[O]
deniz said,
Temmuz 19, 2007 @ 11:54
Eki ne dediyse aynısını diyorum ben de bizzat.
Seviyorum, takip ediyorum ve de tavsiye ediyorum. (Tavsiye’ye kadar aşk mektubu gibi olmuştu ama…)
Düygü, hep yaz e mi?
Berfu said,
Temmuz 20, 2007 @ 10:59
Sindi Deniz benim kuzenim olur, Düygü’nün linkini de bana o atmış. İş yerinde müdürün her an odaya zart diye girebileceği ihtimaline rağmen işi gücü bırakaraktan okudum yazıları. Ayrıca Burdur-Yalvaç dolayisiyle bir hemşerilik durumu da söz konusu, o yüzden de kanımız ısınmış olabilir:)
Çok güzel valla, yeni yazıları dört gözle bekliyoruz.
Berfu said,
Temmuz 20, 2007 @ 11:00
Bi de şu uçurtmalara ve zenci mahallesine çok özendim, onu da belirtmek isterim.
Düygü said,
Temmuz 20, 2007 @ 20:11
Eki Bey sayenizde xkcd’yi öğrendim, çok sevdim :)
Diğer güzel sözler için teşekkür ederim ama, oradan bakıldığında göründüğü kadar şeker gibi bir insan değilim. Severken ona göre seviniz, her an ıstırabilirim.
Saygılar
Atilla Aktuna said,
Temmuz 23, 2007 @ 23:12
Ben diyorum ki Duygucuğum,
Bush yanlışlıkla Kusturica’nın Arizona Dream filmindeki “This is a film” parçasının şu son 4 satırını duyup:
The fish doesn’t think
The fish is mute, expressionless
The fish doesn’t think because the fish knows everything
The fish knows everything
- Hani ben de düşünmüyorum, balık da. Hatta balık her şeyi biliyormuş. Ben? Mmmm, hayır bilmiyorum…
deyip senin bahsettiğin -gerçekten- muhteşem tümceyi sarf etmiştir:
- I know that human being and fish can coexist peacefully.
Belli mi olur…
Düygü said,
Temmuz 23, 2007 @ 23:23
Ya da mesela Bush aslında bir deniz kadınının oğludur. O bakımdan balıklar ve insanların bir arada barış içinde yaşabildiklerini birebir deneyimlemiş bir insan-balıktır. Büyüyünce insana dönüşüp denizleri bırakmış karalara çıkmıştır. Bu olay onda ciddi bir kültür şokuna yol açmış, travma yaratmıştır. Şu anda da Iraklıları hamamböceği sanmaktadır.
Aslında Bush iyi bir insan. Umut dolu kendisi. Barış dolu bir dünyanın; balıkların, kaplanların, termitlerin ve insanların el ele tutuşup laylaylom diye zıpladığı bir dünyanın hayalini kuruyor. Zor bir çocukluk geçirmiş naapsın.
Ceren said,
Temmuz 25, 2007 @ 10:12
Şahsi kanaatim böyle bir Bush cümlesinin altında “toprağı ve havayı rezil ettik, biraz da denizaltıyla oynayalım” gibi bir düşünce olduğu yönünde. Belki de okyanus altında nükleer silahlarla döşeli bir Atlantis şehri kurdular, alıştıra alıştıra açıklamaya çalışıyor. Ya da ben artık öküz altı buzağı arama konumundayım.
Afiyet olsun.
ghghf said,
Eylül 18, 2007 @ 18:07
aptalar çok aptalçaolmuş
ghghf said,
Eylül 18, 2007 @ 18:08
ya ne aptalaça demi irenç be kim yaptıysaartık
riemann said,
Kasım 9, 2008 @ 12:50
Bush’un balıklarla ilgili sözlerinin hayatın anlamına dair bi mesel içerdiği tespiti son derece yerinde ama kimse ifadenin gerçek referansını çözememiş, ben açıklıyorum.. Monti Piton tayfasının magnum opus’u olan ‘The Meaning of Life’dan geliyor, fishy fishy fish fish:
http://www.youtube.com/watch?v=CK0cUv3ba-o
‘Nerede olduğunu geçiniz kuzum, gerçekte her birimiz birer balığız, değil miyiz hmm?’ diyor mister prezıdınt.