Söyle bana kurabiye…
“Burada çok mutsuzum kurabiye, ne yapmalıyım?”
(Kurabiye: “Şimdi yeni bir şeyler denemek zamanı”)

“Kurabiye, bu labdan ayrılma kararımın sonu iyi olacak mı?”
(Kurabiye: “Çalışmaya devam. Bir ay içinde ödüllendirileceksin.”)

Buralardaki ismi ile “fortune cookie”, Türkçe’sine ise “fal kurabiyesi” diyebileceğimiz bu kurabiyeler Çin restoranlarında yemeğinizi yiyip hesabınızı ödedikten sonra ikram edilir. Kurabiyeyi ikiye bölünce içinden bir kağıt çıkar ve bu kağıtta “falınız” yazar.
Bilim insanı olma derdine düşmüş bir kişi olduğumdan “fala inanmıyorum” demem beklenebilir, ama benim fal müessesesine bakış açım biraz farklı.
Günlük hayatın rutini, insanın hayalgücünü körelten, insanı robotlaştıran (welcome to the machine) ve bunu ona hiç farkettirmeden sinsice yapan bir şey. Bu rutini kıracak ve kişiyi içinde sonsuza dek takılıp kalabileceği kısır döngüden kurtarabilecek oyunlar oynamak gerek. Zira o rutin ki, insanın kendisini dertlere gömüp çaresiz hissetmesine, yaptığı işle ilgili yaratıcı bir çözüm ararken bulamamasına, hayatına yeni bir yön vermeye cesaret edememesine filan sebep olandır.
Kurabiyelerden çıkan fal cümleleri benim için rutin kırma oyunlarından ve zor kararları almak için kendimi yüreklendirme çabalarından bir tanesi. Bu cümleleri “başıma gelecek şeyler” olarak algılamak yerine, kurabiyeyi kırmadan önce ona bir soru soruyorum. Bu soruya vermem gereken cevabı, çıkan cümle doğrultusunda değerlendiriyorum. İçinde bulunduğum rutin beni hep belli şekillerde düşünmeye ittiğinden, kurabiyenin bana söyleyecekleri de oldukça rastgele olacağından, beynimin işleyişi farklılaşıyor, gözlerim yeni fikirlere açık hale geliyor :)
2.5 senedir çalışmakta olduğum labdan,üzerinde çalıştığım araştırma projesine tam da fena halde hakim olmuşken, ve çok ilginç bilimsel sorular sorabiliyorken ayrıldım. Doktora öğrenciliği, normal bir işte çalışma sürecinde olduğu gibi her an istifanızı verebileceğiniz bir konum olmadığından, bu durum pek çok insanın beni “deli” diye değerlendirmesine sebep oldu. Zira onlara göre benim buradan doktora almama 2 seneden az kalmıştı ve başka bir laba geçerek yeni bir araştırma konusuna başlamak bana vakit kaybettirecekti.

Geçen bu 2.5 sene zarfında kendimi gerçekten bir köle gibi hissettim ama işin bilimsel yönü o kadar ağır basıyordu ki, ha gayret diyerek dayanmaya çalışıyordum. Zira New Orleans gibi kasırgazede bir şehirde daha iyi bir hoca bulamayacağım yönünde saçma bir düşünceye kapılmıştım (hep o kahrolası rutin yüzünden). Laboratuvarda çalışan diğer herkes de, çalışma koşullarından rahatsız oldukları halde, bir şekilde ürkek ve bastırılmış bir psikolojide idiler. (ABD’nin korku politikası ile insanları ayaklanmaktan nasıl alıkoyabildiğini, bizzat içinde bulunduğum bu sosyopsikoloji deneyi ile anlamış oldum). Tüm bunlara rağmen, projemi seviyordum, ve uzun süredir elle tutulur bir sonuç alamama rağmen “sabrın sonu selamettir” diyordum.
Sonunda rutini kıran iki olay gerçekleşti. Birincisi labımızda diğer bir doktora öğrencisi olan Remziye’nin “eş durumundan” Şili’ye taşınma kararı alması, fakat otoriter ve her şeyin herkes için en iyisini kendisinin bildiğine inanan hocamızın kızcağızı daha uzun süre kalmaya ikna etmek için “oradaki okullara girmene yardımcı olmam” türünden tehditkar cümleler savurması ve gelişen olaylar sonucunda adamın bizi hakikaten kendisine veri üretmek için kullandığı köleler gibi gördüğünün farkına varmamdı. Diğer olay da, çalıştığım konuyla ilgili vizyonumun belli bir aşamaya gelmesi sonucu projemin çok ciddi bir hata içerdiğini fark etmemdi. Zaten uzun süredir bu konuda endişeliydim fakat hocamı bir türlü buna inandıramıyordum. Birkaç ay daha onun bu konuya dikkatini çekmeye çalışıp başaramayınca, beni korkunç çalışma koşullarına rağmen orada tutan “bilimsel keyif” ortadan kalkmış oldu. Remziye’nin Şili’ye gidişi sırasında aslında benim de başka bir laba hatta okula yatay geçiş yapabileceğimi öğrendim. Bana sanki boşanıyormuşum gibi gelen; hocamın “bir şans daha ver, bana haksızlık ediyorsun, senin iyiliğin için yaptım ben her şeyi” dediği, bölümün “böyle ansızın gitmek etik değil, hocanı da çok üzüyorsun, bir altı ay daha kalsan denesen” diye bizi “barıştırmaya” çalıştığı ve bana kollektif bir şekilde psikolojik baskı uyguladığı, benim zaman zaman duygularıma yenik düşüp yumuşama raddesine geldiğim, hatta yumuşayıp yeniden katılaştığım; bir dönemden sonra dün itibariyle ben artık yeniden özgür bir bireyim! Louisiana State University Health Sciences Center’dan, kurbağanın böbreğinin nasıl geliştiği probleminden ve bana her an bir kabahat işleyecekmişim gibi davranılan korkunç baskıcı bir ortamdan kendimi azad ederek, Tulane Üniversitesi’nde felsefemin çok daha uyuştuğuna kanaat getirdiğim bir hocaya, uzuv (kol, bacak, kuyruk…) rejenerasyonunun nasıl gerçekleştiği problemine, bu yeni hayatın ve hakkında hiçbir şey bilmediğim bu bilimsel projenin getireceği bilinmezliklere (bunun üzerimde yarattığı korkuya rağmen) kanat açıyorum. N’orlins kanatlarımın altında.
Eğer ben bir ülke olsaydım, 18 Ocak 2008’i benim “bağımsızlık bayramım” ilan ederlerdi, herkes balkonlarına bayrak asardı.
Bu arada beni hiç şaşırtmayan, ama yine de “kahpe felek” dememe sebep olan bir şey oldu labdaki son haftamda. 2.5 senedir yaptığım yüzlerce deney arasında en ilginç, en anlamlı sonucu aldım (üstelik proje ile ilgili endişelerimde haklı olduğumu iyice anladım). Soğukta yarım saat titreye titreye otobüs bekleyip “gelmeyecek” diye yürümeye başlamış ve otobüs durağına geri koşamayacak kadar uzaklaşmış birinin uzaktan gelen otobüsü gördüğü ama yakalayamayacağını bildiği an gibiydi. Ben yine de, yanımdan geçen otobüsü yol ortasında durdurmayı denemek için elimi kaldırmak bile istemedim, kulaklıklarımı takıp şarkı söyleyerek yürümeye devam ettim.
Son olarak, aslında her biri bir blog yazısı olabilecek birkaç gelişmeden bahsedeyim, belki sonra açarım:
1) Yaşadığımız korkunç, karanlık ve küflü evden çıktık. Ahmet’le güçlerimizi birleştirip, Meren, Ahmet ve ben yeni bir eve çıktık. Ev, hayallerimin evi. Şimdilik bir tane fotoğraf koyayım. Şöyle bir çalışma masam var etrafı pencereli:
2) Yukarıdaki fotoğrafta solda pencereye asışı şey benim ilk denemem olan bir kukla. Boş vakit bulabilirsem kendimi kukla yapma işine vereceğim :)
3) Yılbaşını New York’ta geçirdik. Ahmet, Virginia, Çiğdem, Meren ve ben. Çok keyifliydi. (Bize evini açan Server ve Svetlana’ya da -bu satırları okumayacak olsalar dahi, tarihe not düşmek bakımından- çok teşekkür ederim yeniden.)
(Brooklyn köprüsü üzerinde. Soldaki Virginia. Nedense Çiğdem’in de olduğu bir “hepbirlikte” fotoğrafımız yok, kendimizi kınıyorum.)
(Museum of Modern Art’ta Picasso’ya bakan bendeniz. Üstelik aynı yerde ne Chagall’lar, ne Van Gogh’lar… daha neler neler. Dediğim gibi başlı başına bir New York yazısı lazım.)
(Bir de küçük not: Yazıda sadece 3. foto Google’dan. İlk iki kurabiye yazısı bana ait ve sorduğum sorulara gerçekten bu “cevaplar”ı aldım. :) 4. resimdeki kız, eski bir arkadaşım ve ressam Ömer Irmak Aycan’ın 2002′de Antalya’da açtığı ve hala hatırladığım harika sergisinin davetiyesinden bir parça.)
caglar10ur said,
Ocak 20, 2008 @ 00:20
Nedendir bilinmez (aslında bilinir de karışıklık ben halen durakta otobüs gelir diye beklediğimden olsa gerek) yazdıklarını okuyunca nasıl gaza geldim/üzerime bir cesaret/bir tek başına her şeyi yaparcılık/koşup çoşma hali falan geldi anlatamam diye başlayıp “Yingeciğim özgürlüğünü güle güle kullan, ev şahane haber (daha çok fotoğraf istiyoruz) ve kukla enfes olmuş” diyerek bitiririm izninizle :)
nunu/merenin gayınvaldehanımteyzesi said,
Ocak 20, 2008 @ 00:22
hayırlı olsun…kuklana bayıldım :) hele saçları;))…şu fal kurabiye işi acayip hoş.burda da yapsak tutar mı acep?bi denemek lazım…
ycurl said,
Ocak 20, 2008 @ 09:09
Biliyor musun bence en iyisi yapmissin. 2 yil sonunda ben de farkli bir bolume ve hocaya gitme niyetine girip calistigim hoca tarafindan yumusatilmam ve gitmek istedigim hocanin bak az zamanin kaldi yapma boyle istersen demesi uzerine senin su anda vermis oldugun karari verememistim. Simdi olsaydi diye dusunuyorum yapmamam buyuk hataydi. Onemli olan doktorayi gercekten kafanin anlasabildigi birisi ile yapmak. Advisor secmenin koca secmekten pek farki yok bence :))
Düygü said,
Ocak 20, 2008 @ 09:18
Efenim aynen birkaç gündür ben de “bu iş sanki evlilik gibi bişey” diye düşünmekteydim. Bizimki biraz “görücü usulü” oldu başta, nişan dönemini de yeterinde uzun tutamadık kasırga yüzünden, hep ondan. :)
meren said,
Ocak 20, 2008 @ 09:35
Ah şu meren’in dili olsa da olanları bir de o anlatsa.
Düygü said,
Ocak 20, 2008 @ 09:54
Evet, Meren bana taa en başından beri “ayrılsana bu labdan” diyordu ama kurabiye değil ki dinleyeyim. :)
webiket.net said,
Ocak 21, 2008 @ 08:59
Fal Kurabiyeleri…
“Fortune cookie”, Türkçe’sine ise “fal kurabiyesi” diyebileceğimiz bu kurabiyeler Çin restoranlarında yemeğinizi yiyip hesabınızı ödedikten sonra ikram edilir. Kurabiyeyi ikiye bölünce içinden bir kağıt çıkar ve bu kağıtta …
Gunce said,
Ocak 21, 2008 @ 16:54
Sanirim dunya cok kucuk!
Gecenlerde Ispanyolca hocamin dugun eglencesi davetiyesini almistim.
Bir burda, bir de Sili’de :)
Ne guzel tesaduf.
Mauro ile de tanistiniz mi?
löker said,
Ocak 21, 2008 @ 17:42
tamam hayat mayat açısından bakınca “ooo moo” tamam da… ulan bu harika olayın sonucu olarak, yurdumuz sınırlarına kesin dönüşünüz iyice gecikecek, size olan hasretimiz katmerlenecek diye bir sonuç da çıkıyor!
o zaman şunu görev bilip, düşün yola, o aptal bush’un hıyar selefi yerine, bok varmış gibi cenci çocuk ya da sabık 1st yinge seçilsin de, bush namına dünyadan özür dilemek için vize vetolarını kaldırsınlar da ben de gelip sizde kalabileyim bari…
30 yıllık hayatımda ilk defa yanınıza gelecek kadar param oldu, pezevengin biri oradaki her kuruş vergiyle füze atıyor, ben de buna bozuluyorum diye memlekete sokmuyorlar yahu… şşş hadi bakayım…
Düygü said,
Ocak 21, 2008 @ 18:44
Günce, evet ta kendileridir :) Tanıştık elbette, bir süre o da buradaydı.
Lökerim, şimdi yukarıdaki yazıda çok “smooth” gibi görünen olaylar (ve öncesinde labdaki yaşantı) o kadar akıl oynatıcı, üzücü, sinir bozucu ve psikolojik çalkalanmalarla geçti ki, doktorayı iki sene uzatarak bitirecek olsam bile (ki o kadar uzamayabilir sıkı çalışırsam) buna değer, zira öbür türlü “kafayı yemiş bir yinge” ve dolaylı olarak “üzgün bir Meren” sahibi olma yolundaydınız :)
meren said,
Ocak 21, 2008 @ 21:49
Löker’ciğim işallah Obama gelecek, bir iki yıla da vize vetolarını ve sınırdaki saçma güvenlik süreçlerini kaldıracak. Buralara gelsen var ya bırakmam lan seni geriye :( O derece özledim.
fruko said,
Ocak 22, 2008 @ 17:05
düygü, en güzelini yapmışsın. meren’i daha sık dinlemelisin. çok çok öpüp kutluyorum seni bu yerinde kararından dolayı, hayırlı olsun :)
Baris said,
Ocak 22, 2008 @ 23:30
Gecmis bagimsizlik bayraminizi kutlarim efenim.
Yeni evinizde de gule gule oyurunuz.
NY guncesini de dort gozle bekliyoruz.
feris fontilifis said,
Ocak 23, 2008 @ 01:15
off. neden bitti bu yazın. ne güzel okuyodum
ah herşey ne güzel, ne hoş ve heyecanlı gelişmeler…
herşey güzel olsun
(ay inanamıyorum iki satır yorum yazıcam, aile içi trafiğime rağmen senin yazılarına vakit ayırdığımı ve sevdiğimi sizi bilin daima diye, yine oğlan yataktan düşmedi de indi sanırım bu kez ama uyandı nihayetinde ve ağladıç gecenin bu vakti ayağımda sallıyorum bi yandan bu durumda. çok tatlı ama. o zaman bayıldınız ya şimdi delirirsiniz bu kadar mı şirin olunur)
begum said,
Ocak 23, 2008 @ 18:55
“Eğer ben bir ülke olsaydım, 18 Ocak 2008’i benim “bağımsızlık bayramım” ilan ederlerdi, herkes balkonlarına bayrak asardı. ”
hastasi oldum bu cumlenin:) cok yerinde bir benzetme olmus..
operim canimin ici..
Melikeadlıkişi said,
Ocak 23, 2008 @ 20:59
Düygüşüm çok sevindim gelişmelere, hele ev konusunda çok çok mutlu oldum. Kuklaya da bayıldım nefis olmuş, özellikle suratına hasta oldum :)
Çoookkk öptüm.
gosi said,
Ocak 24, 2008 @ 10:53
hocan ve onun sahane esinin senin ustunde yarattigi mutsuzluga bir saniye bile tanik olmus biri olarak ne kadar sevindim desem az. ‘yok dus kuracak vakit bile, her seyi bir kenara birakiyoruz soylene soylene’ diyen bir edip canseverden kanatlarini kusanmis hayalperest düygüye donusmussun, bunun heyecani bile yeter sabah mutlu uyanmaya:)
ayrica begumun bahsettigi lafi okudugumda aynen begum gibi hissettim, oha sahane bulmus helal yani demeden edemedim.
konusacak yazacak cok sey var ama ben seni opmekle yetiniyorum.
mujjjjk!
Düygü said,
Ocak 24, 2008 @ 22:24
Canlar, herkese iyi dilekler için teşekkür ederim.
Ilgikim, sen evet birinci elden benim o “dipten ve derinden” bunalımıma ve dahi insanlığa olan sevgimi yitirişime şahit oldun. Benim nasıl hissettiğimin/göründüğümün yanı sıra, herkese melek gibi, candan yakından davranan bu iki insanın, ben seni onlarla hayvanat bahçesindeki sempozyumda tanıştırdığımda yüzüne soğuk soğuk merhaba deyişleri ve herkese sordukları saçmasapan “eee yolculuk nasıldı” gibi bir basit soruyu bile sormayışları (çıktığım tatil için seni cezalandırışları) bugün hala kafama kazınmış bir andır.
Onun dışında söylenesi çok şey var, benim biyolokumlarıma bir mail yazma zamanım gelmiş hakketen ama ya :)
calimero said,
Ocak 28, 2008 @ 09:14
Sana kocaman bir “yürrrüüü beee!!!” demek istiyorum. Helal sana! Oh be sonunda kurtulmuşsun o ömür törpüsü labdan, çok sevindim hatta gittim bugünü kutlamak için bayraklarımı astım morlu, pembeli, yeşilli, turunuculu.
Hatta bana nasıl bir şevk geldiyse bundan sonra deniz biyolojisi üzerine master programlarını araştırmaya başladım, tek sorun tembel teneke olan benim not ortalamamı okuduğum dönemde pek sallamamış olmam:/
neyse benim de biyolokumlara mail atma zamanım gelmiş galiba…
öpering:)
Ceren said,
Ocak 28, 2008 @ 09:22
Sevgili Düygü, ben tamamen farklı bir konuya değineceğim. Az önce şuradaki yazıyı gördüm (http://nazoyla.blogspot.com/2008/01/sevgililere-zel-t-shirtlar.html). Yıllar önce annenin blogunda böyle birşeyler okuduğumu hatırlıyorum. Afacan anne Nunu’nun :) sayfasına baktım ama tshirt fotoları uçmuş :(
Bu arada, Türkiye’de doktora öğrencisi – danışman hoca arasındaki ilişkiyi düşününce, oralarda en azından bilimsel keyif alabiliyor olmanın bile hoş bir lüks olduğunu, buralarda doktora yapan akademisyen adaylarının pek azının bu keyfi yaşayabildiğini düşünüyorum. Bizden sonraki nesillerin daha “bilimsel” bir üniversite kavramıyla yaşamalarını umut ediyorum ama üniversitelerdeki bilimsel kaliteden ziyade “türban” konusunun tartışılıyor olduğunu düşünürsek çok da ümitli olmaya gerek yok gibi.
Yeni labın ve yeni evin verdiği heyecan cümlelerden çok rahat anlaşılıyor. Yenilenmek güzeldir, hayırlı uğurlu olsun.
Bu arada, Picasso’ya bakışa ve fotografın açısına bayıldım, kukla da çok güzel :)
Düygü said,
Ocak 28, 2008 @ 17:48
Ranoş’um Türkiye’de herhangi bir okulun biyoloji bölümüne mastera başlayıp sonra hemen J-1 vizesiyle filan ABD’ye stajımsı bir öğrencilik modunda gelmenin yollarını arayabilirsin. Buraya bir kere öyle staj için bile gelsen sonrasında başka yerlere kabul alman çok daha kolay hale geliyor. Bu hayatta hiçbir şey için hiçbi zaman vakit geç değil ;) Not ortalaması konusunda da isterlerse esnek olabiliyorlar aslında. Ama burada staj filan yapman seni tanımaları lazım.
Ceren, annem o tişörtlerden bakarak yapmıştı bir şeyler zamanında evet. Bana da yapıcaktı, sözü vardı ama yapmadı :) :P
Doktora konusunda… benim Türkiye’de doktora yapmamamın en büyük sebeplerinden biri öğrenci-hoca ilişkilerinin vaziyetiydi (ayrıca para kazanamadığım bir işi yaparak sürüneceksem en azından o işten zevk almalıyım di mi :). E şimdi ben Türkiye’mden kalkıp binbir maddi imkansızlık içinde buralara geleyim, kasırgalar atlatayım, kültür şoklarına gireyim, kocama vizeler çıkmasın, kaç kereler ayrı kalayım ondan vs vs… Bu durumda bana kendim için en iyi en mutlu olacağım yeri aramak düşer. Evet Türkiye’deki koşullarla karşılaştırınca, ayrıldığım lab bir cennet olabilir, ama insan daha güzeline ulaşabilecekken, ve bir şey (doktora almak/bilim insanı olmak) uğrunda bu kadar eziyete katlanıyorken “buna da şükür” demek kendine ve insanlığa ayıp etmek olur, yapmamak lazım böyle şeyler ;)
Selma said,
Şubat 3, 2008 @ 03:11
Bugün Sandaletli Seyahatçi bora ve neşe ile buluştuk izmir’de. Mordoğan’a doğru yol alırken konu sizden açıldı ve o verdi bana haberi, çok heyecanlandım! Tebrik ediyorum. Özgür iradenin zaferidir bu. Öyle bir noktada karar verdin ki artık ya bu durumla başa çıkmaya çalışmak dolayısıyla üzülmek ve şikayet etmek kişiliğinin bir parçası haline gelecekti ya da hayır bu benim hayatım, ben çizerim, mutlaka başka bir yol var diyecektin. Nitekim demişsin kardeşim…Artık şu hayatta başına ne gelse mücadele edecek güç mevcuttur dışı çelik içi narin bünyende…
En derin saygılarımı sunuyorum, ama çok derin!
Düygü said,
Şubat 4, 2008 @ 06:12
Canım Selma’cığım, bu sabah bir beyaz tel buldum kafamda :) Sanki “bak şimdilik seni cezalandırmıyoruz, ama yaptığın salaklığı unutmaman için kafana bu pırıl pırıl gümüşten teli takıyoruz. Ona bak ve bir daha sakın kimselerin seni bu kadar üzmesine izin verme” mesajı versin diye.
Hayat çok kısa çok kısa çoooooooooooooooooooooooook!
Yurtdışı Eğitim said,
Şubat 4, 2008 @ 14:06
fal kurabiyelerini denemedim ama fala inanırım ne demişler fala inanma falsız kalma…
Selma said,
Şubat 4, 2008 @ 23:35
Ben o beyaz tellerin ilkini bulalı 7 sene oluyor sanırım. Acaba dersimi alamadım da cezalandırılıyor muyum? Koleston’a sığınıp devam ediyorum yapacağımı yapmaya.
mı?
Düygü said,
Şubat 4, 2008 @ 23:41
Beyaz telin yaşlanmayla değil de -bizim yaşımızda- zavallı bünyemize ne gibi eziyetler çektirdiğimizle bir alakası varmış bu arada (eşittir stres). Fal kurabiyesinden çıkan bir mesaj gibi değerlendirmek lazım.
meryem said,
Şubat 13, 2008 @ 22:48
Çok önce yazmışsın bu yazıyı, anca şimdi gördüm. Kafamı karıştırdın.
Biz seninle aynı sene başladık doktoraya sanırım. Aynı hislerle aynı labda pineklemekteyim şu an. Bu senenin sonunda kesin kararımı verdim,ayrılacağım dedim, sonra vazgeçtim. Arada geliyor benzer hisler. Ama hep “çok geç” diyen bir ses var kafamda.
Kaç seneyi daha göze alabilirim? Buradan erken mezun olmak bana ne fayda kazandıracak, kendimi geliştiremedikten sonra? Buna benzer bir sürü soruyla boğuşmaktayım şimdi. Bir kaç saat önce, danışmanımın bilim aşkımı nasıl tükettiğinden dert yandım. Sanırım şimdi de sana dert yanıyorum, bak :) Yorumlardan biri iyi yaptığını söylüyor tecrübelerine dayanrak. Ne yapmalı, seni de örnek alıp riske mi girmeli? Of offf! İyice karıştı her şey.
Düygü said,
Şubat 14, 2008 @ 01:15
Aslında bu tip konularda en doğru kararı insan ancak kendisi verebilir. Zayıf yönlerini, korkularını, endişelerini, yeteneklerini, başarı için nelere katlanabileceğini, işin avantajlarını, dezavantalarını, hocanı “sen” tanıyor ve biliyorsun. İlk önce kendine dürüst olmalısın. Gelmiş olduğun mutsuzluk noktasına (aynı benim durumumda olduğu gibi) seni getiren sadece “hocan” olamaz, buna sen de katkıda bulunmuş olmalısın. Kendini de sorgulamalısın.
Eğer bunu yapmazsan, lab değiştirip sonrasında yeniden aynı hataları yapmak riski var.
Her şeyin üzerinde sakince düşündükten sonra, insanın içinden gelen bir şey oluyor zaten, bir şey sana “bırak gitsin uleynn” diyor. Geleceğin belirsizliklerinden korkmamak, kendine bir şekilde güvenmeyi başarmak, riske atılabilmek gerekiyor. İleride ya şöyle olursa, ya bu böyle gitmezse filan gibi endişelerle kafayı meşgul etmemek lazım.
Bulunduğun yerde üretken ve mutlu değilsen, orada kalmanın hiçbir anlamı yok. Önemli olan, bu duruma nasıl gelindiğini iyice irdeleyip, ona göre yeni seçimler yapmak ve kendini değiştirmek.
Şimdi ben bunları çok kolaymış gibi söylüyorum ama çok sancılı bir süreç olduğunun farkındayım. Fakat işin teorisi bu :)
Peki bana ne oldu? Öncelikle benim kendim için hayatta verdiğim en harika karar Meren’le evlenmek, ikinci harika karar da o manyakinte labdan ayrılıp şu anda bulunduğum laba (ve okula) geçmek oldu. Bunu, burada ileride ne olacağından bağımsız olarak çok rahatlıkla söylüyorum. Zira, üzerimdeki korkunç baskı, o iğrenç atmosfer kalkınca, kendimi 3 kat daha zeki, şevkli, istekli hissetmeye başladım. Ve hatta, önceki hocam saat 6′da hemen eve gittiğimden, bende bir “spark” göremediğinden yakınıyordu. Benim gibi yıllarca bilim kadını olcam diye bu iş için neleri feda etmiş bir insana bunun söylenmesinin abzürd olduğunu düşünebilir bir insan, ama adam o sparkı öldürüp sonra da sende spark yok diyordu. Şimdi bana baksa, kendimi “sparkling water” gidi hissediyorum. :))) Hiç zorunda olmadığım halde labda daha uzun kalıyorum. Vs vs…
İşe bilimsel kariyer açısından bakacak olursak. Şimdi bir insanın doktora yapmasının sebebi nedir? Benim cevabım, “bilimsel bir soruya yanıt bulmak”. Ben bunu yapamayacağım bir yerde, sırf doktora almış olmak için kalamazdım. Üstelik, istesem herkesi kandırıp harika ve ilginçmiş gibi görünen datalarımı bir makale haline getirmeme belki yarım yıl kalmıştı. Ama o datalara inanmıyordum, ve doktoramı uzatmak pahasına da o makaleyi o şekilde basmak istemiyordum. Şimdi ben lab değiştirdim diye burada 2 sene daha uzun geçirsem, ama gerçekten “bilimi ileri götüren” bir makale yazsam, bu hayatta amacıma ulaşmış bir insan olurum. Ve 2 senenin (kötü ihtimalle 2 sene) lafı mı olur yani?
Hiç karışık değil aslında. Mutsuz olduğu işi yaparak şu kısacık ömrü harcamamalı insan. Hem kendisine hem çevresindekilere yazık.
Bunlar benim düşüncelerim tabi. Dediğim gibi kendin için en doğru kararı ancak kendin verebilirsin. :)
Düygü said,
Şubat 15, 2008 @ 02:02
Bu arada yukarıda yazdıklarıma eklemem gereken çok önemli bişey var aslında. (Muhtemelen bunları bitek Meryem okuyo ama olsun:)
“Kendin için en doğru kararı sen verebilirsin” deyip durdum ama bu benim için tam olarak böyle işlemedi.
Ben başlandgıçta “ayrılcam bu labdan!!” kararını verdim evet, ama bu kararı uygulamaya soktuğumda bütün bölüm üstüme geldiğinde, hocam duygu sömürüsü yaptında yumuşamaya kalktım, işte o noktada Meren adlı kişi devreye girdi ve beni kendime getirdi. Hatta bi noktada ben saçma bir suçluluk duygusu ile kıvranırken, onun benim yerime karar vermesine izin verdim bi nevi. Ona güvenip onun dediklerini yaptım.
Sanırım kafanı iyice karıştırıyorum ama, yani diyeceğim o ki, bir karar verirsen, onu verdikten ve uygulamaya geçtikten sonra, eğer çevrende seni itekleyecek birileri yoksa, ondan vazgeçmemek için elinden geleni yapmalısın sanırım :)
nunu/merenin gayınvaldehanımteyzesi said,
Şubat 17, 2008 @ 19:07
ben de okuyorumm:))hatta her gün yeni birşey var mı diye “abi bi bakıp çıkcam” hesabı bi girip bakıyorum..
erdem said,
Şubat 20, 2008 @ 17:54
bazen alıp başını gitmek gibisi yoktur sonunnu sorgusuz yaşamak için…kim bilebilir yaşadığı şeyin yanlış olduğunu hiç yaşamadan…
meryem said,
Mart 3, 2008 @ 21:55
merak edersen son haberleri vereyim ben de :)
danisman hocam bir gun konusmak istedi benle. iyi gormuyormus beni, ne yapabilecegini sordu. tum motivasyonumu yitirmeme sebep olan verimsizlikten, onun ilgisizliginden vs bahsettim. bu durumun degisecegine soz verdi. sanirim ben birakip gidemeyecegim. belki daha iyi bir alternatifim olmadigindan, belki de bu alanda calismayi sahiden cok sevdigimden. dogru bir karar olup olmadigini yakinda anlarim sanirim. su an hiz kazanmis deneylerim, projelerimle gozlerim boyanmis durumda. kafa karmasikligi kenarda beklemekte.
Düygü said,
Mart 3, 2008 @ 23:11
Efendim güzel haberler. Konuşarak çözüme ulaşmak da bir yöntem tabi. Benim durumumda, konuştum, çok denedim işe yaramadı. Ama karşındaki zat-ı muhtereme açık açık derdini söylemek lazım elbette bavulları toplamadan önce :)
Burada hocası ile önce problem yaşayıp, içtenlikle konuştuktan sonra sorunları hallolan arkadaşlarımız da mevcut, örnek olarak. Umarım senin için de öyle olur.
Melikeadlıkişi said,
Mart 6, 2008 @ 15:19
YENİ YAZI İSTERİİZZ, İSTERİZ DE İSTERİİİZZZ.
orhun said,
Mart 9, 2008 @ 01:18
Güzel blog amerika da yaşıyosun anladğım kadarı ile google den tembel hayvan yazısı ile buldum bu gün belgesel de izledim çok tatlı bi hayvan ama belgeseldeki tembel boğularak ölüyodu…sanırım yüzme bilmiyomlar yada yüzemicek kadar tembeller…
Hayatında başarılar O.G
Düygü said,
Mart 9, 2008 @ 03:03
teşekkürler :)
Baris said,
Mart 10, 2008 @ 22:11
Soyle bana kurabiye, Duygu ne zaman yeni yazi yazacak? NY gezisi guncesi mesela???
Düygü said,
Mart 10, 2008 @ 22:24
Ya her hafta sonu yazayım diye oturuyom, Ahmet ayartıyo, hadi televizyon izleyelim diyo :))))
meren said,
Mart 10, 2008 @ 23:37
*cough* heroes *cough*
Düygü said,
Mart 10, 2008 @ 23:40
Tamam birazcık da bilgisayar oynuyor olabilirim.
Birazcık da gönüllü çeviriler filan yapıyor olabilirim.
nunu/merenin gayınvaldehanımteyzesi said,
Mart 12, 2008 @ 00:41
Who Has The Biggest Brain?
ne demekse??? facebokta oynadım.goril oldum..fena diilmi yani.benim gibi matematik özürlü biri olarak..bi de sen denesene yumurcağım:)))artık bu kurabiyeler bayatladı..hadi tazele…
bora said,
Mart 13, 2008 @ 23:33
baktım “bu kız da hep forçunkuki yazyıyor artık” dedim.
ohoo, meğer bu 3 ay evvelki yazıymış. pess.
duygu hanım; yorumlar kariler için, siz ana sayfaya yazınız!
Düygü said,
Mart 14, 2008 @ 00:31
Efendim biliyorum çok ayıp ettim blog dünyasına, ama bilim dünyasının bana ihtiyacı var :)
Bu hafta sonu işallah maşallah.
Ercan Kurtarır said,
Ağustos 4, 2008 @ 13:40
müzedeki fotoğraf güzel olmuş. hangi makina ve objektif ile çekildi?
Düygü said,
Ağustos 4, 2008 @ 22:44
Nikon D200 – Sigma 10-20 mm (geniş açı). Fotoğrafı çeken A. Murat Eren :)
“Kriptografi Gördüm”, Wunjo… » Kopan kolları yeniden uzatabilmek… said,
Kasım 4, 2008 @ 23:10
[...] Bundan 9 ay önce, kimileriniz hatırlayacaktır, bağımsızlığımı yeniden kazanmış, kölelik icra ettiğim korkunç laboratuvara, despot hocama ve ezik karısına “adyö” diyerek şu anda bulunduğum okula transfer olmuştum. Bunun müthiş doğru bir karar olduğunu anlamam pek uzun sürmedi. Şu anda Ken Muneoka adında harika bir hoca ile çalışıyorum. Oldukça kalabalık bir ekiple, Amerikan ordusunun İleri Teknoloji Savunma Projeleri Ajansı (yani DARPA) tarafından finanse edilen bir “kopan kolları bacakları yeniden nasıl uzatırız projesi”nin bir ucundan tuttuk her birimiz. [...]
“Kriptografi Gördüm”, Wunjo… » Doktora yeterlik sınavı ABD’de genel olarak nasıl yapılıyor? said,
Haziran 26, 2009 @ 11:27
[...] kararlarından birini verip- daha önce bulunduğum korkunç okuldan, Tulane Üniversitesi’ne geçiş yaptığımda, elbette sil baştan yeni bir araştırma projesine başlamıştım. Bu yüzden daha önceki okulda [...]