Madde 1: Oğuz Atay – bir “Tutunamayanlar” okuma macerası

oguzatay-769527.jpg

Aklımda bir sürü şey var ama bir türlü yazamıyorum sevgili okur. O yüzden karar verdim, yine “sevgili günnük” tadında yazacağım, hayatımı madde madde anlatacağım sana. Belki böylece üzerimdeki “yazı yazmalıyım” yükü biraz kalkar, o zaman acelesi de kalmaz, o zaman asıl yazmak istediğim, derin ve ağdalı ve mesaj kaygılı ve hayat sorgulamalı yazılarıma odaklanabilirim, canım okur.

Canım okur dedim de hatırladım, mesela sonunda Oğuz Atay‘ın “Tutunamayanlar” kitabını okudum. Biraz bodoslama oldu bu konuya girişim aslında. Öyle bir maddecik olarak geçilmemeli bu konu. Uzun uzun anlatmalıyım bu işin öyküsünü.

O zaman bi dakka. Aklıma harika bir fikir geldi pek sevgili okur. Seni yazı manyağı yapacağım, yazılara boğacağım seni, canımlarım benim. İşbu yazı, geçen aylarda buraya kaydetmediğim hayatımın maddelerinden ilkidir. Diğer maddeleri de tane tane, günaşırı filan gireyim, ayrı ayrı yazılar olarak. Bir alana 10 tanesi bedava olsun, herkes neşe ile coşsun.

Oğuz Atay diyorduk, tutunamıyorduk. Efendim bu Tutunamayanlar isimli kitap, bendeniz bir zamanların azılı kitap kurdu biyolokum kişisini, kalınlığı ve hakkında yapılan yorumlar ile KORKUTMAYI başaran tek kitap olmuştur. Ben 1999 senesinden beri “bu kitabı okumam lazım, ama yok şimdi zamanı değil” diye dolanıyorum. Sırtımı kambur eden bir yük, ayağımda git gide büyüyen bir nasır haline geldi zamanla. 1999′dan beri sayısını hatırlamadığım kitap okudum, okuyamaz mıydım bir aralık? Okuyamadım işte. Okumadığım kitabın üzerimdeki etkisi ile yaşadım, kitabevlerinde kitapla göz göze geliyorduk, ben hemen bilim kurgu ve fantaaazi bölümünün arkasına saklanıyordum. Bir sefer kasada beklerken kitabın uçarak bana doğru geldiği sanrısına bile kapıldım. Ama hayır hazır değildim. Okuyamazdım. Çünkü:

Bu kitabı bana üç kişi “kesinlikle okuman lazım” diye önermişti. Bunlardan ilk ikisi, bir zamanlar beni hastalıklı şekilde sevmiş, ama artık pek de iyi hatırlamıyor olduklarını tahmin ettiğim güzel insanlardılar (Aytekin ve Dilay). Üçüncüsü ise neyse ki beni halen hastalıklı şekilde seven kocam kişidir.

Kitabın şu deli dünya üzerindeki valığından ilk haberdar oluşum ODTÜ’de hazırlık okurken tanıştığım çok yakın bir arkadaşım olan Aytekin sayesinde oldu. (Aytekin aynı zamanında bana Dream Theater’ın Scenes from a Memory albümünü de çekip veren süper bir insandı). Ama herif bana adam gibi “al şu kitabı oku” filan diyeceğine şuna benzer bir şey demişti: “Duygu, bizimkilerle -ev arkadaşları filan- Tutunamayanlar diye bir kitap okuduk. Süper bir kitap, inanılmaz. Ama yani kitabı oku, intihar et. İntihar etmemek ayıp olur okuduktan sonra.

Hah şimdi. Ben zaten bunalımlı bir bünyeyim. Dünya’nın hali ne olacak, doğayı katlediyollar, hayvanları tüketiyollar, “the government totally sucks” diye daha o zamandan içlenir, icabında sokaklarda filan ağlarım utanmam (sadece dünyanın haline değil kendi halime de ağlarım). Ben okur muyum o kitabı? Okumam tabi ki.

Başladım beklemeye, ruhen daha sakin, daha dengeli olduğum bir zamanı aradım durdum, ama ruhen bir Sabit Efendi olamadım (evet 1999′dan beri).

Yetmiyormuş gibi, Aytekin’in kitaptan bahsetmesinden birkaç yıl sonra birgün, şu zalim gezegende konuşlanmış, en yakinim ve tanıdığım en bunalımlı bünyelerden biri olan Dilay’ın da bu kitabı Kuran-ı Kerim bellemiş olduğunu öğrendim. Öyle ki Fransa’ya göçerken bavuluna böyle kocaman bir kitabı sıkıştırmayı başarmıştı. Kitabı tekrar tekrar okuduğundan bahsediyordu, hatta kimi zaman çantasında filan mı taşıyordu ne? Artık kesinlikle karar vermiştim. Aytekin “oku intihar et” diyorsa, Dilay da elinden düşürmüyorsa, bu kitabı okumak benim -çogafedersiniz- ağzıma sıçacaktı. Kesin içinden çıkamayacağım bir bunalıma girecektim kitabı okursam. Kendime bir daha gelemeyecektim, tutunamayacak düşüverecektim, kafayı gözü yaracaktım. (Bu noktadan sonra kitapçıların kapısından bile giremez olmuştum, herkes birbirine fısıldayarak bana neler olduğunu konuşuyordu).

Ve sonra Meren’le tanıştım. Hiç kitap okumadığını, ama Oğuz Atay okuduğunu söyleyen bu kardeşimiz, benimle ilk buluşmasına, hediye olarak elinde “Tutunamayanlar” ile gelince ben oracıkta bayılmışım :) O gün (sene 2005) Tutunamayanlar’ı biran önce okumam gerektiğine karar verdim (bu kararı verirken biraz da Meren’e karizma yapmaya çalışıyordum belki, belki fobimi belli etmemeye çalışıyordum, ezik). Ben de ABD’ye göçerken sıkıştırdım kitabı bavulumun bir köşesine, sanki patlamaya hazır bir bomba gibiydi, ya da radyasyon yayan bir külçe uranyumdu. Ama bavul, havaalanındaki güvenlik taramalarından geçmeyi başardı. Bu sırada Dilay, Paris’te kutu gibi odasına kapanmış, çıkıp Şanzelize’de gezmek varken, bloguna kitaptan bölümler yazıyor (kopyala yapıştır değil, bildiğiniz bilek gücü), şarap içiyor ve hem Turgut hem Selim için ağlıyordu. Aytekin’den yıllardır haber almadığım bir zaman dilimindeydik.

Meren bana kitabın aslında bunalım munalım olmadığını, insanların bu kitabı yanlış anlamaya eğilimli olduklarını, kitabı okursam kendimi kötü filan hissetmeyeceğimi “defalarca” söyledi. Ama ben yine de, ruhu sabit bir efendi olmayı beklemeye başladım yeniden. (Beni beklemekte olan Nazi ruhlu bir hoca, bir Katrina Kasırgası vs olduğunu bilmiyordum, her şey çok güzel olacak sanıyordum elbette). Sonunda ruhen sabit bir insan olmanın benim için imkansıza yakın olduğuna karar verdim.
Ve okudum…

Sonuç: Acaba okuduğum en güzel kitap desem başkalarının yazdıklarına haksızlık etmiş olur muyum? Olursam olurum be hayat.

Bitirirken şunu da eklemek istiyorum: kitabı okuyunca ister istemez hayatın, insan ilişkilerinin yapaylıklarını, saçmalıklarını, insanın kendini kandırışlarını, kalabalıklar içinde hissedilen o acı verici yalnızlığı filan düşünüp “lanet olsun” diyesiniz geliyor. Çok hüzünleniyorsunuz. Her şeyi gerçekte oldukları anlamsızlıkları ile görmeye başlıyorsunuz belki de. Kitabı bitirdiğimde bu hislerimi Meren’e anlattığımda ve kitap hakkında daha önce duyduklarıma artık anlam verebildiğimi söylediğimde Meren bana “iyi ya, işte ben bu anlamsızlıkları görebilen bir insan olduğum için üzülmek yerine sadece mutluyum” dedi. :)

İşte sevgili okur, hayatımdaki gelişmelerin birinci maddesi budur.

  • Share/Bookmark

22 Yorum »

  1. cicoz said,

    Mart 20, 2008 @ 13:55

    sen bir de korkuyu beklerken’i oku, tehlikeli oyunlar’ı oku… of of of, aman aman… Oğuz Atay işte ya. bütün kitaplarını aynı dönem içerisinde yalayıp yuttum, babam yeni ölmüşken, üniversiteyi yarım bırakıp “ekmek parası!” derdine düşmem gerekirken ama amansız bir aşkın rüzgarında dep dep debelenirken, sevgiliyle işsiz güçsüz avare tren yollarında kahvelerde metruk mahallelerde yürüyüp hayaller kurar gündüz gündüz şaraplar içerken… iyi ki de okumuşum, o zaman öyle olması gerekiyormuş, bunaldık, acı çektik, oğuz atay’ı da tuzu biberi yaptık.. sonra harbiden girdik ekmek kavgasına, ekmek için boğuşurken üniversiteyi de aradan çıkarıverdik bi ara, onu da bitirdik, yani o zaman o tren yollarında gezerken gözümüzde büyüyen devler, o yel değirmenleri, bir bir devirdik hepsini, geçti…

    ama sorarsan ki büyüdük mü, büyümedik tabi, çizgifilm seyrederken ağlayabiliyoruz hala, bi grave of the fireflies, bi barefoot gen mesela.. sonra bi erkan oğur dinlerken, bi sümeyra dinlerken, üstüne big mama thornton’la, billie holiday’la, janis joplin’le, jacques brel’le ve saireyle cila çekerken hislenebiliyoruz, keyiflenebiliyoruz, gülebiliyoruz, ağlayabiliyoruz… iyi ki büyümüyoruz. iyi ki yazmış Oğuz Atay, iyi ki tutunamıyoruz biz. varsın tutunmayalım bu kahpe dünyaya.

  2. cicoz said,

    Mart 20, 2008 @ 14:09

    98-99, o yıllarda ben de ankara’daydım, dil tarih coğrafya’da. aynı bu acılarla bu sorularla, mamak’tan sıhhiye’ye inerdim her allahın günü, sokaklarda yalnızbaşıma içim kanayarak az mı yürüdüm…

    karşılaşsaymışık keşke, keşke bütün ruhen sabit olamayanlar biraraya gelse voltran’ı oluştursa :)

    yazıların çok keyifli. böyle devam.

  3. Melikeadlıkişi said,

    Mart 20, 2008 @ 14:15

    Canım Düygüşüm,
    Hastasıyım senin.

  4. Disconnectus Barishus said,

    Mart 20, 2008 @ 20:40

    Ah Dumpirikcim, soyleseydin ya birlikte book club felan yapardik, ocu gibi korkmazdin belki o zaman bos yere bunca zaman

  5. Necdet Yücel said,

    Mart 20, 2008 @ 22:18

    Eğer Tehlikeli Oyunları okumadıysan çok şanslısın. Onu yeni okuyanlara pek imrenirim ben.

  6. nunu/merenin gayınvaldehanımteyzesi said,

    Mart 22, 2008 @ 02:03

    meraktan öldüm..ilk fırsatta Boğaç ağbiyin kütüphanesinde var “Tutunamayanlar”,alıp okuyacağım..süper yazmışsın yine..acep bilim adamlığının yanında birazcık ta kitap eleştirmeni filan mı olsan ki:)) bahsettiğin her kitap accayip merak uyandırıyor…ahh ahh… bir de aklıma Kafka’nın değişim ya da dönüşüm kitabını okuyup kavga ettiğimiz günler geldi birden:)))

  7. Düygü said,

    Mart 22, 2008 @ 22:48

    Korkuyu Beklerken’i okudum ama “Tehlikeli Oyunlar”ı daha okumadım. Korkuyu Beklerken’i Tutunamayanlar’dan önce okudum :) Zaten onu okuduktan sonra, bu kadar iyi bir yazarı yıllardır nasıl okumam ben diye düşdüm, hayıflandım. Ama evet, daha okuyacak Oğuz Atay var yihhhuuu.

  8. Düygü said,

    Mart 22, 2008 @ 22:50

    Bir de, ben kendimi ne tutunamayan ne de tutunan hissediyorum :)

  9. selma-the tez yazıcı said,

    Mart 23, 2008 @ 02:14

    Duygucum,

    Sanki biz bu tutunamayanlar konusunda konuşmuş muyduk geçen sene? Ben de 1 sene önce okudum ders gereği. Üzerine de acaip (acaipliği güzelliğinden değil benim cürretkarlığımdan) bi paper yazdım. Turgut Özben’in şizofren olduğunu (cürretkarlığı sadece Turgut Özben’e değil Oğuz Atay’a da hafiften şizofren dememden) kanıtlamaya çalışan :) Dersin hocası Murat Belge A verdi ödeve (şizofrenlik aşağılanası bir rahatsızlık değildir, aksine normal people worry me!) Sonra da sınıfça yazdığımız bu paperlardan Tutunamayanlaz Analizleri formatında bir kitap yapmayı önerdi. Şu sıralar yazılarımızı tekrar gözden geçirme aşamasındayız (Ben 1.5 ay içinde hem haftada iki gün okula gidip, hem tez yazıp, hem psikologluk yapıp, hem Londra’ya kitap fuarına tercümanlığa, hem arkadaşlarımla Budapeşte’ye eğlenmeye, hem bisikletle Filistin’e gidip, hem de o işle nasıl uğraşacağım bilmiyorum) Ben tutunamayan değil basbaya loser ım!

    Kitap tabii güzel tabii etkileyici ama işte ben bunun roman olduğuna inanmadığım için, gerçek olduğunu düşündüğüm için dahice bulmuyorum. Samimiyetinden seviyorum. Hayatta bir dahilik bir samimiyet zaten…

    Bu sıralar 1999′da taze taze okuduğum, ama o zamanki cehaletim bu zamankinden 25 kat daha derin olduğu için kıymetini anlayamadığım Cehennem’e Övgü’yü yeniden okudum. Daha iyi anladım, daha çok takdir ettim, farkındalıklarımı tescilledim, tavsiye ederim.

    Bi de, Leyla Zana’nın hayat hikayesi merkezli Türkiye’de Kürt sorununu masal gibi akıcı ve konuyla ilgisi olmayanların ya da sabit düşünenlerin anyacağı/dinleyeceği türden anlatan Yemin Gecesi’ni okuyorum. Tavsiye ederim. Her kitapla en az bir düşüncem değişiyor ve bi sürü yeni anlam ve his kazanıyorum. Mesela hayatta her deneyimi yaşamak lazım düsturundan hareketle, baskı altında izolasyon ve en alttakileri en alttaki olarak anlama amaçlı hapse girme isteğime bi süre ara verdim son okuduklarımdan sonra. Bazı deneyimler kalıcı yaralara dönüşebilirmiş meğer bünyede.

    Yarın benim için ihop’a gidip çilekli pancake yer misin, krem şanti de koydurt üstüne, yanına bi hash brown
    patlat, meren’e de ısmarla, benden :)

    öpüyorum…

  10. Düygü said,

    Mart 24, 2008 @ 23:39

    Evet biraz konuşmuştuk, geçen sene olmayabilir, en fazla 6 ay filan olmuş olsa gerek.
    Bu arada Murat Belge’yi çok az tanıyordum, belki Radikal’de bir iki kez yazılarını okumuşumdur. Şimdi sen söyleyince hakkında yazılanları okudum da, ne kadar şanslısın böyle bir insandan ders alıyor olmakla :)

    Öte yandan Murat Belge’nin isminin geçtiği paragrafta parantez içine sıkıştırıverdiğin aktiviteler yüzünden (ama özellikle Filistin’e bisikletle gitme konusunda) seni ne kadar kıskandığımı itiraf.com. Fakat ardından eklediğin “tutunamayan değil loserım” cümlesi için bir Osmanlı tokadı lazım.

    Kitabın dahice olmaması hakkında… Adamın kendisi bir dahi zaten, ister yaşanmışlardan, ister hayalgücünden ürün etmiş olsun o kitabı, doğrudan ya da dolaylı bir dahilikten bahsedilebilir -ki dahilik olmaması olması neyi değiştirir, lafı bile olmaz diye hissediyorum ben. Hem zaten, tamamen hayalgücünün eseri ürünler ortaya koymayı dahilik olarak tanımlamak tehlikeli sanki.

    (Az önce yazdıklarımla alakalı olmayan ve) ironik olan -ki yukarıdaki blog yazısında malesef yeterince dile getirememişim-, Meren’in dediği gibi insanların bu kitabı bunalımlarını haklı çıkaran bir kutsal kitap haline getirmeleri. Hepimiz anlayabileceğimiz kadarını anlıyoruz elbette. Ama orada tutunamamak ve bunun melankolisinden çok daha fazlasının olduğuna eminim :) Buradaki kısır döngü, zaten bunu görmeye algısını açamaya hazır olmayan birinin bu kitabı okuyarak da açamayacağı.

    ihop’a hiç gitmedik daha biz :) Bu vesileyle gidelim bu haftasonu, mmmmm çok güzel duyuluyor. Sen ihop deyince benim aklıma önce şu geldi ama (nörd işte): http://www.ihop-net.org/UniPub/iHOP/ Ehehe.

  11. selma-the tez yazıcı said,

    Mart 25, 2008 @ 01:03

    Nassı kikir kikir güldüm linkini görünce, Allah seni paket etmesin! (Annem ben küçükken acaip şeyler yaptığımda biraz kızınca böyle diyordu, çok kızınca da paket etsin diyordu. Ben de anlamadığım halde korkuyordum paket olmaktan :)))

    gerçek linki veriyorum, bak size en yakın olanın okazyonunu da buldum (fatih terim 10 numara)

    http://data.gointranet.com/cgi-bin/unitloc/ihop/locator.cgi?cpage=main.html&cu=jhamideh&cl=4485

    Tutunamayanlara dönücem, benim loserlığım ebedi bir maymun iştahlılık + hiperaktiflik+ sıkılganlık + ömür kısalığı farkındalığından kaynaklandığından o kısa ömür boyunca değişiklik arayışına + sıkılmaya + yarım bırakmaya + sebat edememeye + istikrarsızlığa ve dolayısıyla loserlığa mahkumum…

    Tam da bu yüzden sen Amerikalar’da doktora yaparken, ben Türkiye’de master yapıyorum ve aynı sebepten IHOP denince sen geeky ve geniusi, bense yemeki şeyler anlıyorum…

    Olsun Düygücüm, dünyaya ikimizden de lazım di mi?

  12. Düygü said,

    Mart 25, 2008 @ 01:23

    İkimizde de çaresi olmayan bir “ötekine özenme” hastalığı var bence :) (Ben zaten çok önceleri söylemiştim “sen olmak istiyorum” diye).

    Bi de ben o cümleyi kendim için şöyle kurardım:
    maymun iştahlılık + hiperaktiflik+ sıkılganlık + ömür kısalığı farkındalığından kaynaklandığından o kısa ömür boyunca değişiklik arayışına + istikrarsızlığa + yaptığı işe/işlere bir türlü yeterli anlamı yükleyemeyişe + kendini bir türlü sevemeyişe ve dolayısıyla doyumsuz/mutsuz bir insan olmaya mahkumum. :)))

    Ayrıca, bilir misin ki Selmacığım, ihop denince bilimsel websitelerini hatırlayan bir insan, güzel güzel “pancake”leri hatırlayan insana göre hayatın içinde olabilmekten filan ne kadar uzaktır, insanlara uzaktır ve gözlükleri nasıl da inek gözlükleridir ve yıldız kaydığında “göktaşının atmosfere sürtünmesinden dolayı oluşan parlaklık” diye düşündüğü için dilek tutmaya vakti kalmamaktadır ve bunu 10küsürlü yaşlarından beri yapmaktadır.
    Ve evet belki bu insanların ikisi de Dünya’ya lazımdır diye iç rahatlatılır. İyi de olur.

  13. cicoz said,

    Mart 25, 2008 @ 14:34

    yarebbim allaım, dünyada nassı lezzetler ne güsel şeyler var ya hu! bu linkteki mamaları görünce insanın hidayete eresi yükselesi nirvanaya ulaşası geliyor. bu kadar yakın olup ta gidip yememek olmaz, hemen gidin yiyin bence :D ben de lahana diyetine devam edeyim dünya nimetlerinden uzak :(

  14. Okan Özeren said,

    Mart 29, 2008 @ 00:07

    Turgut Özben’in kendisini, hayatının bir döneminde yaşam duvarına eğreti yerleştirdiği ince uzun sopalarını bir araya toplama, birleştirme ve beraber anlamlı kılma eğilimi -ihtiyacı- içinde bulduğu ve selimsizliğinin farkına vardığı -soparlardan bir kaçının artık devrildiğini anladığı- zaman aralıklarının kurgusal gerçekliğinde üzerinde yürüdüğü bir çok yolda, ben de kendimi bizzat yürümüş hissettiğim içindir ki Tutunamayanlar, kendisine dair kutsiyet hasıl buyurduğum güzide bir Oğuz Atay eseridir. Kısacası, bana da yukarıdaki gibi bir cümle kurdurmuş, sapıttırmış bir eserdir.

    Duygu Hanım’ın bahsi de sık sık geçen zevci, işte bu Evreniz Ahmet Murat Meren Bey’in yüzünden ve hatta sayesinde (2002-2003 yılları arasında, Çanakkale’deki evine ziyarette bulunduğum sayılı zamanlardan birinde, kırmızı olarak hatırladığım koltuklarının ortasındaki sehpasının üzerini, daha baş sayfalarını koklayan ayıracıyla süslediği sıralarda), “oha bu tuğla okunur mu?” öküzlemem karşılığında “okunmaz mı! okunur da, tadından sual olunmaz” telkinimsileriyle tuğla önyargımı kafamda parçalarcasına tam dört yıl sonra hayatımagirmişbirdahadaçıkmamışlarımdan (şu kelime öbekleme kullanımı da acaba gerçekten okumuş mu lavuk durumuna düşme kaygısından mı ne :)) birisi olmuştur. Öyle ki biricik kızımcığım GünSeli’mciğimin ismine kaynaklık etmişliği de vardır.

    Saygılar, Mutluluklar…
    Okan.

  15. meren said,

    Mart 29, 2008 @ 01:25

    Ne iyi etmişsin(iz) Okan’cım. Belki de genç Günseli’lerin %70′ni Oğuz Atay seven anne-babalara yormak lazım. Bu arada dolaylı olarak da olsa tatlı kızının hayatında bir yerim olduğunu bilmek beni hem çok şaşırttı hem de çok sevindirdi, belirtmeden geçmeyeyim dedim :)

    Bir diğer anekdot: Tutunamayanlar, kulağıma hayatımdaki bir çok insanın “oku, oku bak çok sevecen” demesi ile çalınmış da olsa gerçekten okumama Necdet Yücel’in kararlılığı vesile olmuştur. O da burada; 3 kuşak Oğuz Atay aşıkları bir araya gelmiş bu yazının altında. İşe bak.

    Selamlar.

  16. Düygü said,

    Nisan 3, 2008 @ 23:43

    Okan Bey,

    Bu Meren Bey bir de şey demişti bana zaten, “Oğuz Atay Beyefendiyi okuyan herkesin yazdıkları ondan etkilenir” demişti.

    Fekat işin garibi, bu Meren Bey’in kendisi daha Oğuz Atay Beyefendi’nin o kutsal satırlarını okumadan önce dahi Oğuz Atay’ı andıran yazıları kaleme almış bir insan imiş (mesela Tutanak diye bir yazısı vardır). Bazenleri bana Oğuz Atay’ın reenkarnasyonlu hali ile evli olabilir miyim diye düşündürmüyor değil.

  17. Eray adLI kisilik said,

    Haziran 28, 2009 @ 16:06

    17. yorum

  18. yuzdeyuzipek said,

    Aralık 25, 2009 @ 06:19

    Oğuz Atay’ı okumak her bünyede bir dönüm noktası etkisi yaratıyor, evet. Kimisini kitap yanında olmadan evden çıkmışsa otobüs duraklarından eve döndürüyor, kimisi içindekilerle daha da ağırlaşan kitabı nereye giderse gitsin valizinde ve zihninde taşıyor…

    İlk okuma önemlidir. Ama sonra insan hayatının belirli dönemlerinde tekrar tekrar okumalıdır. Oğuz Atay’dan başka birşey okumayanlara yalnızca bunu gerçekleştirebilenler hak veriyor sanırım.

    Tutunamayanlar’la başlayan yolculuk Tehlikeli Oyunlar oynayarak devam ediyor ve onlar büyük bir boşluğu, hayat kadar büyük bir boşluğu doldurabiliyorlar; asıl meseleleri kaçırmadan okunabilirlerse tabii…

  19. Düygü said,

    Nisan 26, 2010 @ 10:41

    Tarihe küçük bi not: 26 Nisan 2010 itibariyle, uzun süredir sabit efendiyim.

  20. Düygü said,

    Eylül 15, 2010 @ 08:57

    Tarihe bibaşka küçük not: 15 Eylül 2010 itibariyle, (takribi Haziran 2010 başından beri) sabitlik yine elden gitti.

  21. özge metin said,

    Temmuz 6, 2011 @ 07:04

    vay be ne kitapmış merak ettim gerçekten

  22. fatih hekimoğlu said,

    Kasım 1, 2016 @ 07:39

    tutunamayanlar romanını okuyorum suan okuduğum ilk 40 sayfada başka bir basımımı karıştı acaba romana demekten kendimi alamadım suan yarısındayım 2.bölüme geçtim ömrüm boyunca cok uzun rus klasikleride dahil omak üzere abartısız yüzlerce kitap okuduğumu söyleyebilirim fakat beni bu kadar sıkan bukitabı yalnız vede yalnız hayatımda hiçbir kitabı yarım bırakmadığımdan dolayı oluşan inadımdan dolayı okumaya çalışıyorum kesinlikle öneremem önerenleri vede beğenenleride koyun pisikolojosinde olup herkes begenmiş bir tür roman klasigi herkes anlamış benşimdi beğenmeyip salak durumunamı düşeyim pisikozunda olduğunu düşünüyorum ….saygılarımla

RSS feed for comments on this post · TrackBack URI

Yorum yapın