En dürüst ama en yanlış cevap
Küçük bir anı.
Üniversite’den mezun olduğum sene bir yıl boyunca çalışıp para ve deneyim kazanabileceğim bir iş aramaya başladım. O esnada yurtdışındaki doktora programlarına başvurmayı, sınavlara girmeyi, diğer gereken işlemleri halletmeyi planlıyordum. Bütün bunlar için para lazımdı, ve bu geçici iş, bana gereken maddi kaynağı sağlayacaktı. (İşlerin hiç planladığım gibi gitmediğini, hayatımın en korkunç aylarını geçirdiğimi söylesem herhalde şaşırmazsınız, ama hikayenin bu kısmı sıkıcı boşverin :)
ODTÜ Biyoloji’den mezun, İngilizce’si “advanced”, bağyan olduğundan kelli askerlikten muaf, represantabl sayılabilecek bir insan olarak büyük ilaç ve medikal cihaz firmalarının represant denilen satış temsilcilerinden olmaya karar verdim (maaşı iyi sayılırdı). Kendime “represantabl sayılabilir” diyorum, birkaç sebebi var: elim yüzüm düzgün bir insan olmakla birlikte, hippi gibi giyinen alternatif gençlik akımına kapılmış bir bünye idim, gardırobumda düzgün bir etek ve topuklu ayakkabı, komodin çekmecemde çeşitli makyaj malzemeleri bulunmamaktaydı. Hani bu durumu küçük bir alışveriş ile düzeltebilirdim de, daha kötüsü çok küçük gösteriyordum (insanlar beni olduğumdan 6 yaş filan küçük sanırlar), suratımda da böyle masumcana, enseye vur lokmayı kap gibi bir ifade olduğu söylenirdi. Yüzüme hin bir ifade vermeyi başarabilsem dahi, çok makyajla ancak “annesinin makyaj malzemeleri ile oynamış küçük kız” olabiliyordum. Bu şekilde doktorları o ilaçları yazmaya, tıbbi laboratuvarları o cihazları almaya nasıl ikna edecektim? Muhtemelen edemeyecektim.

Topuklu ayakkabıları ile adeta, yıllardır sıralarda çürümüş dirseklerimi, sabahlara kadar ders çalışmalarımı, yıldızlı pekiyilerimi, okul derecelerimi filan bir ceviz gibi tak tak kıran, sapı kollarının hemen altında bitiveren minicik çantaları artık vücutlarının bir parçasıymış gibi görünen, ağlasalar dahi kaliteli marka rimelleri akmayan, röfleli saçlı ablalardan metrelerce geride başlamıştım zaten yarışa.
Birgün sanırım Eczacıbaşı’nın ilanını gördüm. Hemen başvurdum. Önce yazılı bir sınava alıyorlardı. Matematik, Türkçe, beyin cimnastiği ordövrü bir test. Bu testi geçenler ise ertesi hafta sözlü mülakata alınıyorlardı. Teste girmek için bile topuklu ayakkabılarını eksik etmeyen ablaların arasından, egomu o topuklarda çiğnetmeden, yılların ineği olarak tabi ki sıyrıldım, tabi ki testten çok yüksek bir puan alıp geçtim (“çok yüksek” diyorum da, beynimin bir oyunu olabilir, zira belki de sadece “geçti, kaldı” diye açıklıyorlardı, puan söylemiyorlardı, ama ben “çok yüksek” aldım diye hatırlıyorum :)
Ertesi hafta mülakata gittim. Sıram gelince dikdörtgen bir masanın üç kenarına dizilmiş sorgucuların odasına buyur edildim. Yüzümdeki makyajı sanki bana ait olmayan bir kıyafeti giyiyormuşçasına taşıyordum, huzursuzdum, çocuktum, toydum, ama yine de o toyluğun verdiği bir aptal cesareti ile kendime güven hisleri içindeydim de. Bir takım sorular sordular cevapladım. Sonra, neden bu işi yapmak istediğimi sordular. Daha önce başka bir ilaç firmasının represantlarını eğitim toplantısında kongre hostesliği yaptığımı, orada aslında eğitmenlerin işinin benim ilgimi çok çektiğini (zira akademik yönümün çok kuvvetli olduğunu), yani aslında eğitmen olmak istediğimi fakat eğitmen olabilmek için önce bu işi yapıp, işin nasıl yürüdüğü hakkında birebir fikir ve deneyim edinmem gerektiğini düşündüğümü söyledim. Bana çok mantıklı bir sebep gibi duyuluyordu, ve tamamen de dürüst hislerimdi (eğer bir doktora programına kabul edilmezsem “eğitmenlik”, yapmayı isteyebileceğim bir işti). Belki onlara da mantıklı duyulmuştu, belki onlar beni aslında işe almayı düşünebilirlerdi, “akıllı bir kız” diye geçirmişlerdi belki kafalarından, pozitif bir hava, karmada bir artış var gibiydi sanki… Taa ki içlerinden biri O soruyu sorana ve ben de O soruya verilebilecek en dürüst ama en yanlış cevabı verene dek:
Sorgucu: Peki Duygu Hanım. Sizce bir çalışma ortamında işleri en çok zorlaştıran etken nedir?
Düygü Hanım: (Hiç düşünmeden pat diye cevabı yapıştırır) İnsanlar!

meren said,
Haziran 12, 2008 @ 07:04
Efendim siz orada 3 puanlık bir soruya 10 puan’lık yanıt yapıştırmışsınız. Öyle ki hemen bu yanıtın hemen ardından “hiç birinizi işe almıyorum lan” deyip kapıyı çarpıp çıksaymışsınız hiç garip durmazmış yani.
Ceyhun AKSAN said,
Haziran 12, 2008 @ 14:32
Aslında verilebilecek en güzel cevap budur, ancak insan kaynakları departmanlarında görev almış arkadaşlarımın o an nasıl düşünebileceklerini şöyle bir merak ettiğimde karşıma, insan değil de daha başka ve daha ikinci planda bir cevap verilmesi gerekliliği geldi. Çünkü bu cevap sanırım, sivri dilli, hak yedirmez… vb. izlenimler katmıştır o anki atmosfere. Zira, yorumlarda da topuklulara, makyaja takılmış olman, sanırım bir olay durumunda bunu da aklının bir köşesinden fırlayarak o an kullanmaktan çekinmeyeceğin anlamına da gelebilir -tamam onlar bu yorumları bilmiyorlar ama bu işi yapanların cidden doğa üstü öngörü yeteneklerinin hatta düşünce okuma gibi özelliklerinin olduğunu tahmin ediyorum- :D Rol kabiliyetim yüksektir, hemen o mood’a girdim. Kişisel fikrim ise, verdiğin cevaptan dolayı tebrik edilmeyi hakettiğin. Peki sonra herhangi bir görüşme oldu mu? -merak ettim-
Düygü said,
Haziran 12, 2008 @ 15:02
Eheh, hayır tabi ki biz sizi ararız deyip bir daha aramadılar. :)
İnsanlarla iletişmeyi uğraşmayı böylesine yoğun gerektiren bir iş için, “çalışma ortamını en zor kılan” etken olarak “insanlar” cevabını vermem, masadan pozitif enerjinin vakumla hüp diye çekilip kalan boşluğu bir şaşkınlığın doldurmasına sebep olmuştu. Daha ağzımdan çıkarken “verilMEmesi gereken bir cevap” verdiğimi anladım ama artık çok geç idi. Hani şimdi olsa “insanlar” dedikten sonra “ve tabi ki ben onlarla nasıl başa çıkılması gerektiğini çok iyi biliyorum” filan derdim (ama bu da ne kadar doğru bir söylem olurdu tartışılır :)
Eh bir de, “insanlar” kelimesinin ağzımdan çıkış tonunda az biraz bıkkınlık vardı.
baratrion said,
Haziran 15, 2008 @ 14:31
“homo homini lupus” gibi veciz bir sözle cevabınızı desteklemenizi beklerdim : )
not: yazılara bulduğunuz fotoğraflara bayılıyorum. sırf bunun için mesai harcadığınızı düşünmeye başladım.
Melikeadlıkişi said,
Haziran 20, 2008 @ 07:47
Düygüşüm zamanında gerekli gereksiz pek çok iş görüşmesi yaşamış biri olarak bu cevabının hastası oldum, okuduğumda yarıldım, iyi ki de doğru söylemişsin. O üçlü seni arada yad ediyorlardır :)
Düygü said,
Haziran 20, 2008 @ 17:03
Bu arada, bunca zaman sonra düşünüyor düşünüyorum, ama hala verilecek başka bir cevap bulamıyorum :) Oraya gelen onlarca *belki yüzlerce* “tıbbi mümessil adayları” acaba ne cevaplar verdiler? Keşke bir istatistik çalışma yapılsaymış. Süper olurmuş.
Anonim said,
Haziran 27, 2008 @ 00:00
“satmaya çalışacağım sizin ürünleriniz”… ya da “yöneticiler” ve “siz sorgu memurları” na ne dersin..
Faruk said,
Haziran 27, 2008 @ 12:30
aslında insanların işleri en çok zorlaştıran faktör olduğu tek platform iş hayatı değil hayatın komplesi belki de…fakat enteresandır aynı insan faktörü (tabi aslında bu insanlar diğer insanlar oluyor genelde:) ) iş hayatı ya da komple hayatı kolaylaştıran bir faktör de olabiliyor…
bir de konuyla ilgili enteresan bir anımı anlatmak istiyorum :)
bir gün bir arkadaş ve eşine askerlik günlerimden bahsederken askerliği iğrenç yapan tek şeyin aslında oradaki insanlar olduğunu söylediğimde arkadaşın eşi “e geriye ne kaldı ki zaten?” diyerek beni söyleyecek hiçbirşeyi kalmamış insan pozisyonuna düşürmüştü :)
duygu said,
Temmuz 8, 2008 @ 15:42
düygü hanım,
ben de düşündüm vallahi, doğru cevap ne olabilir ya da en azından başka ne cevap verilebilir diye, ama neyin ucundan tutsak yine “insanlar”a çıktı sonu. bu durumda o faktör bakış açımız olabiler mi acıba? yukarıda başka bi yorumcunun da dediği gibi önyargılarımız vs? (hemmen bi “biz”lik durumu yarattım müsaadenizle :) ) ama yok yani, benim aklım ve açım bu durumda başka bi cevap üretemedi, bileşenlerde bir sorun var sanırım. şimdi ben de merak ediyorum “doğru” cevap ne olabilir diye!?
arzu said,
Temmuz 13, 2008 @ 16:18
ben kesin işe alırdım. dürüstlük çok değerli.
ben de işe ilk başladığım, 10 yıl kadar çok küçük gösteriyordum. bol bol ceket aldım, saçlarımı dümdüz fön çektirdim, dik çene falan idare etmeye çalıştım. ama artık bebek yüzlü ve genç görünümlüler, yönetici veya kurum sözcüsü pozisyonlarında tercih edilmeye başlandı. nedeni de, şirketlerin halka sevimli ve yakın görünme ve güven yaratma ihtiyaçları. halk, hinoğlu hin, kendine kazanan tiplere para kazandırmak istemiyormuş çünkü.
bu arada genç, çıtır bir represant, çok satış yapardı kesin.
Nurcann said,
Haziran 9, 2010 @ 09:28
bn 21 yaşımdan beri hep yüksek topuklu giyiyorum.9 cm boyu var ayaklarımı çok şık gösterioo :)
Bilge said,
Aralık 20, 2012 @ 08:47
Selamlar,
Selamlar,
Blogunuza epeydir sardırmış durumdayım, başlangıcını unuttum gitti. Meren’in fotoğraf günlüğü’nden buralara geldim sanırım. Bu yazıyı okuyunca tam da şu anda içinde olduğum anı resmetmiş gibi geldiniz bana. Ben de Haziran 2012′de moleküler biyoloji’den mezun oldum, ne yapsam da -labı ne kadar çok sevsem de- doğaya ait olduğumun farkına vardım, en azından lab+saha olsun istiyorum hayatımda, o yüzden bir doğa koruma STK’sında çalıştım bir süre. Şimdi de dahil olabileceğim çalışmalara bakıyorum, ABD’ye başvurular yapıyorum, eee bir de azıcık param olsun da diye birkaç yere başvuruyorum Türkiye koşullarında. Moleküler biyolog ve genetikçi diye iş ilanına yazan tek firma, tıbbi yazar arayan firma idi, ben de hem biraz tecrübem olur, bak ne güzel çeviri, tıbbi terimler falan diye başvurdum, mülakata gittim bir güzel. Sınav ve çeviri yapma kısmı iyiydi, gel gör ki mülakatta patlattım bombayı. İşte ‘gelecek hedefleriniz nedir, feşmekan?’ diye sorulan soruya cevabım, ‘ya ben de şimdi doktora başvuruyorum, Eylül’e kadar çalışacağım bir yer arıyorum.’ olduktan sonra karşımdaki kişinin bir anda değişen yüz ifadesine bakıp ‘ama sizin de tecrübelerinizden bir şeyler kazanmak isterim bu esnada’ dediysem de sanırım bir işe yaramadı. Velhasıl, birkaç günü var sonucun belli olmasına-ya da ben hala öyle sanıyorum!- ama bu minnacık pot (!) bir soru işareti olacakmış, geri kalan her şey çok iyi olacakmış başvurumda, mışmış. İşin tuhafı söylediğim şey bana ne kadar dürüst ve normal gelse de-hala yani!- kime bu dediğimi söylesem gözler hep pörtledi, ‘yahu sen hiç mi bilmiyorsun mülakat işini?’ dedi herkes. Böyle bir durum yani.