Gustav Günlükleri 2. Bölüm: Myrtle Plajı ve bitmeyen kasırgalar
Yazmak isteğim “o” öykünün hayali ile yanıp tutuşurken, Atlantik Okyanusu’na bakıp bölüm 1, bölüm 2 diye yazılar yazmanın bana uygun olmadığını her sefer nasıl da unutuyorum diye geçiriyorum içimden. Bölümlerin devamını getiremiyorum, ikinci bölümü yazmam gerektiği zaman o konudan çoktan sıkılmış, ya da yeni bir ruh haline yanaşmış oluyorum.
Beni sabahın 4′ünde uyandırmış ve iki tane ağrı kesiciye rağmen dinmemiş gıcık karın ağrısı yüzünden boş boş haber sitelerini dolaşıp, ilacın etkisini göstermesini beklerken bu sefer atlattık diye seviniyorum New Orleans için. Sonra kasırga takip sitesine bir göz atıyorum. Bu defa Atlantik’te birkaç gün önce oluşan Hanna Kasırgası şu anda bulunduğumuz yere doğru gelmekte olduğundan, onun rotasına bir göz atıyorum. Şu anda bulunduğumuz yer, Myrtle Plajı… Myrtle Plajı’nda lüks bir apart otel. Kamp yapıp iki metre karelik çadırımızda uyuyacaktık, nasıl oldu da buraya geldik diye şaşırasım geliyor yeniden, uyku sersemiyim.
Altı üstü iki günde ne acayip şeyler oldu diye düşünüyorum. Önce eğlence parkından tam çıkmak üzereyken, bir tatil köyünün tanıtım standından koparak bize yanaşan adamın “2 saatlik bir tanıtım seminerine katılmamız kaydıyla” elimize 100 dolarlık hediye çeki, 30 dolarlık yemek çeki, 3 gün 2 gece tatil hediyesi sıkıştırması; bu işin gerçek olabileceğine inanamadığımız halde, ertesi gün sözü edilen seminere gitmemiz (yapacak işi olmayan kasırgakaçarlar olmamız), hakikaten de bir saatlik (korktuğumuzun aksine sıkıcı da olmayan) bir seminerden ve satılan ürünü almaya zorlanmadan ama satış temsilcileri ile keyifli bir şekilde sohbet edilerek geçirilen ikinci saatten sonra sözü edilen hediyelerin bize teslim edilmesi… Bu yetmiyormuş gibi, Meren’in labında çalışan ve pek tatlı bir insan olan Amanda’nın, bize telefon edip ailesinin “yanlışlıkla” fazladan bir hafta kiraladığı başka bir lüks otel/eve bizi davet etmesi… Hediye çeklerinin bir kısmı ile arabalara benzin doldurup Amanda’nın kaldığı tatil beldesine doğru yollara koyulmak, uzunca bir süre gittikten sonra otoyolun dinlenme alanlarından birinde duraklayıp sabaha kadar arabada uyumaya karar vermek… Dinlenme alanında, az önce “patlamış” ve tamamen yanmış bir arabanın ve patlamış arabalarının şaşkınlığı ile orada oturan bir ailenin olması… Onlara yardım teklif etmek, ama yardımımıza gerek olmaması. Arabamızda uyumaya çalışmak, ama çok sıcak olduğu için uyuyamamak… Birkaç saat kıvrandıktan sonra adamın birinin Tümay’ın arabasının camına tıklaması, ağlamak üzere bir ifade ile benzin parası istemesi. Hediye çeklerinden kalanı adama devrediş. Adam “God bless you” diyerek sevinçle yanımızdan ayrıldıktan sonra Meren’in cüzdanını Atlanta’da bir mağazada unuttuğunu farketmesi. Atlanta’dan 600 km uzakta, gecenin körü, bu yeni bilgiler ışında göze bir damla uyku girmeyeceğinin farkedilmesi ve yeniden yollara düşülmesi… En nihayet Myrtle Plajı’na sabahın 5′inde varılması… Atlantik okyanusunun beklediğimizden sıcak suları…
Bu kadar çok yolu giderken en çok düşündüğüm şey -yine- şu oldu: yolculuk yapmak ve yeni yerler görmek içimdeki aç susuz yabani bir hayvanı besleyip uysallaştırıyor sanki. (Bir başkası buna kısaca mutlu olmak da diyebilirdi.) İmkanım ve cesaretim olsa bütün dünyayı yürüyerek, bisikletle filan dolaşır hayatımı öyle geçirirdim. Önce Türkiye’den küçük tatlı bir ev alırdım. Sonra da gezer gezer oraya geri dönerdim. En çok istediğim yolculuklardan biri Artvin’den yola çıkıp otobüs, tren, Hazar Denizi’nden gemi filan artık nasıl olursa, Gürcistan, Azerbaycan, Türkmenistan, Kırgızistan üzerinden Hindistan’a kadar gitmek. Bunu yapabilmek için erkek gibi giyinmem filan mı gerekir acaba diye düşünmüyor da değilim.
Dün okyanus kenarında yürürken şimdi de bulunduğumuz bu kıyıya bir kasırga yaklaşıyor olmasının ironisini düşünmüştüm. Nereye gidersen git, ya bir doğa olayı (deprem, kasırga), ya iç savaş dış savaş huzursuzluk terör, ya kalabalık ve hayat pahalılığı, ya uzaklık, ya imkanların eksikliği… İnsan kendisi ve hayatla barışık olmadığı sürece “mekan”da huzurlu mutlu olamamak için hep bir sebep var. Bir yandan artık kasırgaların canımı sıkamadıklarını düşünüp kendime aferin derken bir yandan yine de kendimle tamamen barışmam daha ne kadar sürecek diye düşünüp tasalanmayı ihmal etmedim. Sonra deniz kenarında dalgaları kovalayıp kumdaki bir şeyleri yiyen sevimli kuşları farkettim, kafamdaki bulutlar dağıldı, öyle dakikalarca onların pıt pıt pıt dalgaların ardından koşup, yeni bir dalga gelirken tekrar kaçışlarını izledim. Ne yiyorlar acaba diye kumlara yakından baktım, hiçbir şey göremedim.
Neyse, Gustav Günlükleri’ne çok çok uzun uzun sayfalar eklenmeyeceği ve hafta sonuna eve dönebileceğimiz için mutluyum. Cuma günü de Hanna’dan kaçmak için buradan ayrılıyoruz. Dün gece, canım New Orleans’ın paçayı bu seferlik kurtarışını ucuz bir şampanyayı boşa gitmesin diye patlatmadan açarak kutladık :)
(Kumkuşu -sandpiper- fotoğrafı Flickr’da Paul isimli bir kullanıcıya ait).
motoponk said,
Eylül 4, 2008 @ 03:06
Buradan yetkililere seslenmek istiyorum… Meren Bey’in cüzdanının akıbeti merak konusu… O konuya bir netlik getirilmemiş, ne alemdedir kendisi, öylece Allah’ından bulsun diyip bırakıldı mı yoksa cüzdan len bu öyle bırakılır mı oldu :P
meren said,
Eylül 4, 2008 @ 04:50
Efendim cüzdan vukuatı şöyle çözümlendi: Uzun uzun düşünüp tam olarak nerede unuttuğumdan emin olduktan sonra Düygü hanım tarafından aranan iş yeri sahiplerinden cüzdanın kendileri tarafından bulunduğu teyyit edildi. Ardından Atlanta’da olan bir arkadaşımı arayarak kendisinden cüzdanı gidip almasını ve göndermesini rica ettim. Şu anda elimizde kendisi. İlginiz için teşekkür ederiz :p
nurvenur said,
Eylül 6, 2008 @ 07:29
Bu yazinizi ve bundan onceki tum gezi yazilarinizi okuyunca, yollara dusme istegi uyaniyor okurda. Bir araba kiralayip Amerika’nin tum ucra koselerini dolasmak istedim birden bire. Kesinlike doping etkisi yaratti ve uzun zamandir usendigim bir geziyi planladim. ABD’deki yasam kaynagimsiniz ne diyeyim.
Sevgiler..
Anonim said,
Eylül 6, 2008 @ 09:45
duygu çelebim,vazgeçme yaz lütfen..sayko ailesi..
motoponk said,
Eylül 8, 2008 @ 20:58
Konuya açıklık getirdiğiniz için teşekkürü bir borç bilirim Meren Bey.
Alınmasaydı ben de o dolaylardaki eş dosta haber salacaktım, alın bana gönderin diye :P
Faruk Ahmet said,
Eylül 12, 2008 @ 03:38
Alakasız olabilir ama benim merak ettiğim iki konu var, sormadan edemeyeceğim:
1) Kasırga demişken, siz tam da olay yerindeydiniz, dendiği gibi gerçekten Amerikan hükümetinin New Orleans’ın fakir ve “renkli” ahalisine karşı açık bir ilgisizliği, umursamazlığı, kendi kaderlerine terk edişi oldu mu yoksa sırf hükümette Bush var diye abartıldı mı durum? (Katrina’dan bahsediyorum tabi..)
2) Bu aralar hep bu konuda kavga ederken buluyorum kendimi: herkes okyanusların “bir başka” hissi olduğunu söyleyip duruyor. Ucunda kara göremedikten sonra bir gölle veya denizle bir okyanusun nasıl farklı hissi olabilir ki diye huysuzlanıyorum devamlı. Yalnızca psikolojik bir şey olabilir gibime geliyor. Nedir?
Bu arada, Artvin yolculuk başlangıcı için güzel bir seçim. Birkaç hafta önce oradaydım, dağların, her santim toprak parçasından insanın üzerine doğru fışkıran yeşilliğin ve iki tarafı bu yeşillikle sıkı sıkı kapalı dar virajlı yollarının güzelliği büyüleyici. Şehir merkezleriyle vakit kaybetmeyip doğrudan dağlara çıkmalı. Oradayken Sarp sınır kapısına da gittik. 8km civarı bir tır kuyruğu, ne yapacaklarını bilemeden bekleşen insanlar ve tam sınırda kurulmuş bir Kızılay çadırında kolları bacakları kopmuş ya da başka yerlerinden yaralanmış Gürcü kadınlar gördük. Okyanusları bilmem, ama uzayıp gittiği yerlerde insanların öldüğünü bildiğin sınır yollarının hissi gerçekten başka… ve pek hoş da sayılmaz.
A. Murat Eren said,
Eylül 12, 2008 @ 04:39
“Ucunda kara göremedikten sonra bir gölle veya denizle bir okyanusun nasıl farklı hissi olabilir ki diye huysuzlanıyorum devamlı. Yalnızca psikolojik bir şey olabilir gibime geliyor. Nedir?”
Herhalde en başta dalgalarının bir başka heybetli olmasından kaynaklanıyor bu, zira ben de aynı hissi yaşadım South Carolina’da Atlantik okyanusuna karşı -çok afedersiniz- gerinirken. Bir de bu okyanız kardeşlerimizin tadı, kokusu bir başka geldi bana. Gerçekten.
Diğer taraftan -okyanus mevzusu ile ilgisiz olarak- ben çok kereler Artvin’e gitmiş, orada aylarını geçirip dağlarına tırmanmış, bulutlara uzanan yaylalarında kalmış, 2000 metrede çobanları ile öküz otlatmış, hatta bir kere o yükseklikteki küçük bir düzlükte top oynamış, sonra topu taca atmış ve bu vesileyle maçın da sonunu getirmiş bir kişi olarak orada neler hissettiğinizi, “yeşil” derken neyi kast ettiğiniz pek iyi anlıyorum (ayrıca bu hislerinizi dile getirerek benim Düygü hanımları hedef alan “Artvin sevgisi” ve “oraya gitme arzusu” aşılama projeme verdiğiniz dolaylı destekten ötürü de teşekkür ederim). En son bir yıl kadar önce gitmiş fakat sadece 2 gün kalabilmiştim. Şimdiden çok özledim :(
Düygü said,
Eylül 12, 2008 @ 04:41
Efenim cevaplar:
1) Hayır Bush yönetimi diye filan değil, basbayağı üvey evlat muamelesi yapıldı New Orleans’ın zencilerine. Şöyle ki, kaç yıl geçti Katrina’nın üzerinden (yani Katrina’nın New Orleans’ın üzerinden geçmesinin üzerinden) ve kasırgadan en çok etkilenen Ninth Ward mahallesine bir gidin, kendinizi ABD’nin bombaladığı savaş sonrası bir üçüncü dünya ülkesinde sanırsınız. Kırık dökük evler, yuvarlanan Texas çalıları, hayatlet şehir gibi bişey. Biz 6 ay kadar önce yanlışlıkla kaybolup oralara gittiğimizde (neyse ki araba ile geçiyorduk) elektrik bile yoktu! Ninth Ward sadece zencilerin (ve en fakir, en haylaz, en suçluların) yaşadığı bölge olduğundan, kimilerine göre buralardan kaçan “başbelaları” geri dönemesinler diye, kimilerine göre başka sebeplerden, şehrin bu bölgesi “rebuilt” edilmiyor. Zaten Katrina esnasında kaçamayıp geride kalanların çoğu yine zenci olduğundan hükümetin yeterince erken yardım getirmediği de söylentiler arasında. Ama biz ne kadar New Orleans’ta yaşıyor olursak olalım, çok kısıtlı bir çevre ile iletişim halindeyiz. Belki biz bişeyleri yanlış anladık, bilemiyorum. Tek bildiğim, orada bir hayalet mahallenin hala var olduğu. :(
2) Atlantik Okyanus’u çok farklı kıyılardan gördüm. Her seferinde denizlere göre biraz farklı geldi bana. Ya çoook soğuktu ya çoooook ılıktı. Dalgaları filan daha büyük, kokusu da farklı sanki. Zaten sanırım o yüzden sörf yapılan yerler hep okyanus kenarı oluyor. Ama atıyor da olabilirim :) En nihayetinde büyük su birikintileri hep güzel zaten, okyanusu abartanlar varsa… hmmm abartmışlar işte…
Gürcistan-Rusya meselesini takip edemedim (bu aralar hiç gazete okumuyorum nedense), işler iyice kötüye mi gidiyor? :(
Düygü said,
Eylül 12, 2008 @ 04:44
(Yukarıda benim yorumum ile Meren’in yorumu birbirimizden habersiz eşzamanlı girildi, okyanuslar konusunda benzer şeyleri demişiz birbirimizden etkilenmeden.)
(Bi de benim Artvin ile ilgili ikna edilmeme gerek yok ki yahu, bu sene en mantıklısı İspanya’sıydı, Fransa’sıydı. Bi dahaki sefere Artvin işallah) :)
Faruk Ahmet said,
Eylül 12, 2008 @ 23:55
Soğuk sıcak tamam da, ılık’ın “çooook” olanı nasıl oluyor merak ettim :) [Belki bunu da okyanusları anlamayışım gibi anlamıyorumdur, deneyimlemek lazım]
Biraz fazla mimari ağırlıklı ama, takip ettiğim bir blog’un hoş bir kendi-içinde-derlemesi vardı Katrina hakkında, not düşeyim, belki ilgisini çeken olur:
http://lifewithoutbuildings.net/2008/08/hurricane-katrina-three-years-later.html