Türkiye…

Bu, insan sağlığına zararlı derecede uzun bir “Sevgili günnük” yazısıdır. “Şunu yaptım bunu ettim” formatına sahiptir. Bir sürü kişisel ayrıntı içermektedir, tarihe not düşülsün, kayıtlara geçilsin, “yaz kızım” ki yıllar sonra bakılıp “ayyyy ne güselmiiişş” denilsin amacıyla yazılmıştır. Bu yazıda ayrıca okuyucuya “bunu da sonra uzunca yazıcam” tarzında tutulmama olasılığı yüksek sözler verilmektedir. Okurun maruz kalacağı duygusal travmalardan yazar sorumlu tutulamaz. Onu baştan diyim.


Kırismıs tatilinde Türkiye’deydik…

Yolda Philip Zimbardo’nun The Lucifer Effect kitabını okumaya başladım. Kitap çok güzel. Das Experiment filminin de çıkış noktası olan ünlü Stanford Hapishane Deneyi’nin mimarı Zimbardo’nun söylediğine göre kitap onun “bir takım etkenlerin aynı anda nasıl bir araya gelip de iyi insanları çok kötü şeyler yapmaya ittiğine ilişkin son 30 yıldır yürütegeldiği bilimsel araştırmaları” özetliyor. Zimbardo insanın karakterindeki bu dönüşüme, önceleri Tanrı’nın en gözde meleği olup sonra gözden düşerek Şeytan’a dönüşen Lucifer’den yola çıkarak  “Lucifer etkisi” ismini vermiş. Belki kitabı bitirince ayrıca bir şeyler yazarım.

Kardeşimin İstanbul’da oturduğu minicik evini gördüm sonunda. Bana sabahları kahvaltı hazırladı. Bi akşam balık kızarttı. Rana da geldi. Biz uzun uzun sohbet ederken Fatih içeride gitar çaldı. O kadar uzun bir sohbet olmuş vakit öyle geçmiş ki, çocukcaaz en sonunda Rana’ya “yatceeeseniz yatak serelim, gitceeeseniz ışık dutalım” yaptı. Ayrılmadan önce hepbirlikte fotoğraf çekilelim istedik, Fatili kaçtı.

İnternet’ten tanıyıp sevip yüzlerini hiç görmediğim ve tanışmak için sabırsızlandığım tatlı insanlardan iki tanesini (Atilla ve Selma) sonunda gördüm. Arnavutköy’de balık yedik. Çok güzel bir gündü.

Ösnur beni Malta Köşkü’nde kahvaltıya götürdü, yiyecekler nefis, manzara nefis, köşke gidiş gelişte köpek çeteleri var, Ösnur korktu ben onu korudum. O günün kalanını Barış’la ve tayfanın geri kalanıyla Taksim’de geçirdim, ne kadar özlemişim.

Genel olarak hep bir aitlik hissi yaşamak, aynı masada oturup konuştuğum insanlarla derin sohbetlere dalmak ve hiçbir saniyenin boşa gitmediğini hissetmek… Ruhuma, aklıma iyi geldi.

Minik kuzenlerimin beni heyecanla beklediği Burdur’a giderken, ilk defa Kamil Koç’un Rahat’ıyla seyahat ettim. Otobüsle gece yolculuğu yapmanın uçaktan çok daha pratik ve rahat (ve tehlikeli :) olduğunu farkettim. Bir zamanlar uçak filan bilmezken ve otobüslerden şikayetlenirken şimdi bu otobüs yolculuklarını arıyor olmak garip, hayat bi garip. Yolda Penguen ve Uykusuz okudum. Türkçe mizah, özlemişim çok.

Annemin Halk Eğitim’de ahşap boyama dersleri verdiği atölyesine gittim. Kültür Bakanlığı’nın 1977 senesinde çıkarmakta olduğu SANAT dergisine baktım (Yıl 3 Sayı 6 Haziran 1977). Harika bir dergi, ne yazık ki artık çıkmıyor sanırım. Seneler önce yine annemin bir desen kitabında gördüğüm “acaib al-mahlukat”ın resmini gördüm yine. Osmanlı minyatür sanatı hakkında daha çok bilgi edinmeye karar verdim. Belki onu da yazarım birgün belli mi olur.

Annemin boyadığı kutulara bakıp yeteneğine bi kez daha hayran kaldım. Hatta “size kanım kaynadı, zaten de öz annemsiniz, burda size çırak olarak kalabilir miyim?” diyesim geldi. Sonra bitirmem gereken bir doktora olduğunu hatırlayıp galiba ilk kez bu kadar hayıflandım.

Burdur’dan pullar aldım, Moleskinime yapıştırdım. Salı pazarına gittim, mandalina aldım. Artık pazarda da her şeyi tek tek müşteriye seçtiriyorlar.

Annemle Özsarı’nın ünlü Burdur şişinden, kaşarlı pidesinden yedik, ben dayanamadım bi de İskender ısmarladım. (Burdur’a yolu düşenlere tavsiye olunur.)

Boğaç Abi’nin süt çiftliğinde inek sağdım, buzağılara biberonla süt içirdim. Sağılmak için önümüzde dizilmiş inekler arasından Boğaç Abi bana uysal olanlarını bulsun diye beklerken içimden “size kanım kaynadı, zaten eniştemsiniz, sanatçı çırağının yanında biraz da süt çiftisi olmak istiyorum, yarım gün de burda çalışsam?” diye geçiriyordum. Bu sırada yarım metre ötemdeki ineğin poposundan lööööööppppaaaaaa diye yere düşen tezek hammadesi bile fikrimi değiştirmedi. Ama sonra bitirmem gereken bir doktora olduğunu hatırladım yine.

Minik kuzenlerimle oyun oynadım, yaşlandıkça pamuklaşan annanemle keyif çayı içtim, teyzemle konuşmayı ne kadar özlediğimi farkettim.

Kayınvalidem ve Meren geldiler (sonra Gülşancığım da geldi), birlikte Burdur’u gezdik. 17. yy Osmanlı sivil mimarlık örneklerinden olan Taş Oda Konağı ve Burdur Evi’ne gittik. Çörek otu kahvesi içtik. Geçen yıllarda Burdur’da bulunan Mamut fosilinin devasa parçalarını gördük. 50 mm objektifin çalışmayası tuttu, fotoğraf çekemedim. Görevli Ahmet Bey’in ebru çalışmalarına baktık. (Burdur’un gezilesi yerlerini de yazarım bir ara belki. Burdur’da gezilecek yer olduğunu bilmiyordum, insan uzak kalınca her şeye başka bir gözle -bir çeşit turist gözüyle- bakmaya başlıyor.)

Vakitlerin sonu geldi. İstanbul’a geri döndük. İstanbul’a bakıp bakıp saçma sapan gündemler, izdivaç programları, esmerden bozma civciv sarısı saçlı simsiyah kaşlı aptal -sözde- sarışın yarışmaları filan derken sanki iyice görünmezleşip kaybolan, “akisleri sönen bir ses” haline gelen nefis Osmanlı kültürüne, kimliğine üzüldüm.

Beşiktaş’ın yokuşları, trafik kurallarının pratikte olmayışı, bir başkasının buğulu otobüs camlarına yapışmış saç telleri, erişte pilavı, kereviz salatası, arnavut ciğeri, “şurdan bi kişi alır mısınız?”, “kredi kartı için şifre mi?”, iç mekanlarda pöfür pöfür sigara içilmesi, kıyafetlerin sigara koktuğu günlere geri dönüş (sigara dumanının insanı bunalttığı o anlarda ABD’yi özlemek -sırf bu yüzden Türkiye’ye geri dönemeyeceğimi düşündüğüm anlar bile olması)…

Dönüşte bir takım sebeplerle -biletimizi önceden almış olduğumuz halde- uçakta yer olmaması, bize ertesi gün uçmamızın teklif edilmesi. Yine bir takım karışıklıklar sonucu ertesi günkü uçakta “economy” sınıfında yer olmayışı sonucu -ek bir ücret filan ödemeden- “first class” uçarak ABD’ye dönüş. Bundan sonra muhtemelen hayatımız boyunca paramızın yetişmeyeceği “first class”ta nasıl bir “krallar gibi ağırlanma” durumu olduğunu öğrenmiş olmanın bir çeşit lanet olması. O an insanın içinden komünist filan olmak gelmesi. Pis zenginler. Fazladan kazanılan bu son günün Löker, Betül ve abisi ile geçirilen leziz bir akşama dönüşmesi. Dönüşte bavulların kaybolması, ama först klas uçmuş olmanın sarhoşluğu ile bu durumun umursanmaması.

Sonuç: Başka bir ülkede yaşamanın en güzel yönü, özlemek (ve neredeyse sigara dumanına bile tahammül edebilmek). Güzel olanın değerini anlamak (belki de daha çok şeyin göze güzel görünmeye başlaması, ama bunun bir çeşit yanılsama olduğunun da farkında olunması). Öte yandan nereye ait olunduğunun bulanıklaşması, tam olarak hiçbir yere ait hissetmemek ya da birkaç yere ait olmanın ağırlığı. Bi şekilde sürekli bişeylere özlem duymak. Eskiyleyken yeniyi, yeniyleyken eskiyi aramak (“Yanımdaki yanımda karşımdaki canımda” meselesi).

  • Share/Bookmark

18 Yorum »

  1. Atilla Aktuna said,

    Ocak 13, 2009 @ 04:08

    Çörek Otu kahvesi istiyorum…

  2. Zafer Karkaç said,

    Ocak 13, 2009 @ 14:36

    “Çörek Otu kahvesi”nin ne olduğunu merak ettim doğrusu.
    Bir de “içinde oldukça” güzellikler kadar kötülüklerin de kanıkması, yanlışların normal, olması gerekenlerin hayal olarak insan aklına yerleşmesi durumuna bir çare…
    arada bile olsa dışarı çıkmak gerek… özledikçe gelmek, bir yerlere değilde kendine ait olmak falan işte…

  3. B. Duygu Ozpolat said,

    Ocak 13, 2009 @ 17:39

    Efenim çörek otu kahvesi bize şöyle gibi geldi: normal Türk kahvesinin içine biraz da çörek otu öğütülmüş de konulmuş idi sanki. Pek güzel kokuyordu tahmin edersiniz.

  4. esra nur erbil said,

    Ocak 15, 2009 @ 09:14

    :))) Kütüğümde yazılı olduğu halde hiç gitmediğim şehir. Ama çörek otu kahvesini biliyorum:) Hatta mutfağımızda bir adet Arzu HAnım Çörek otu kahvesi bulunmakta, Arzu hanım teyzenin elinde fincan tutan fotoğrafıyla birlikte hemide:)))

  5. elif said,

    Ocak 16, 2009 @ 16:14

    duygucum biz first class’lan ilgili cmylmz beyanatlariyla avunuyoduk. tek farki portakal suyu diil miymis?

  6. B. Duygu Ozpolat said,

    Ocak 16, 2009 @ 17:21

    Efenim normalde transatlantik uçuşların first classları ile 2-3 saatlik Avrupa uçuşlarının first classları farklı oluyor. 2-3 saatlik daha küçük uçaklı uçuşlarda first class’ı bir perde ayırıyor ve ne biliim sınırsız alkol içilebiliyorken (bildiğim kadarıyla), koccemen uçaklarla yapılan transatlantik uçuşlarda, tamamen başka uzay çağı koltukları -her bi yanı düğmelerle ayarlanabiliyor, tamamen yatak haline gelebiliyor manyak bişi- menüden istediğin şarabı yemeği seçmece, habire bi yiyecek içecek servisi, kendine özel televizyon, seyredecek bissürü şey, oyun da oynanabiliyor, küçük bir seyahat kiti, içinde losyonundan diş macununa her bişeyler…. Hosteslerin sana lord çocuğu gibi davranması falan fistan.

    Yani sadece portakal suyu diil. Ama cmylmz transatlantik uçmamışsa bilemiyorum şekerim :)

  7. Baris Ozyurt said,

    Ocak 18, 2009 @ 08:23

    http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?id=8269008 Özsari’ dan da iyisi varmis :-)

  8. B. Duygu Ozpolat said,

    Ocak 18, 2009 @ 11:04

    Valla bizim ailede bu tip şeyler takıntı halinde anadan kıza geçer (anaerkil bi aileyiz). Hani ben yeni nesil olarak açığım değişikliğe ama mesela annanemi Özsarı’dan başka biyerde yemeye ikna etmek mümkün olamaz, hakikaten Özsarı’dan güzel biyer bile olsa, sırf Özsarı değil diye salgılanan beyin kimyasalları annaneme o şişi zehir edecektir :)

  9. ahmet said,

    Ocak 25, 2009 @ 12:54

    Merhaba,

    Yazmamazlığınız artık çok oluyor, lütfen :)

    Bir de yurtdışına nasıl çıktığınızı, orada doktora, master olaylarının inceliklerini, ipuçlarını konu alan bir şeyler yazmanız mümkün müdür efem? Bir de sizin durumunuzla benzer bir şekilde evlenip gitme ihtimali olanları da konu ederseniz çok seviniriz. Sipariş gibi oldu farkındayım ama ailecek severek izlioruz ve fikirlerinizi önemsiyoruz ve dahi onlara ihtiyacımız var. N’olur :)

  10. Düygü said,

    Ocak 25, 2009 @ 15:13

    John Haught’un konuşması ile ilgili yazının ikinci bölümü üzerinde çalışıyorum ve fena halde vaktimi alıyor (zira pek çok kitaplar okumak durumunda kaldım – master tezi mi blog yazısı mı belli değil) o bakımdan suskunlaştım biraz :)

    Bahsini ettiğiniz konuda yazmaya vakit bulabilir miyim kim bilir. Hiç bir söz vermemem en iyisi. Ama e-posta ile size birkaç kaynak göndereceğim az sonra.

  11. bora said,

    Şubat 11, 2009 @ 04:21

    Bu upgrade olayı hep beklemediğin anda başına geliyor, beklersen olmuyor.
    Ben bir kere first class uçtuktan sonra her uçağa binişimde bir umut görevlilerin yüzlerine bakıyorum, bekliyorum, olmuyor!
    Çörek otu kahvesi 80 öncesinde zevkten değil mecburiyetten içilirdi, hatta benzeri nohut kahvesi de vardı. Nohutu yanana kadar kavurup el değirmeninde öğütüp pişiriyorsun. Kahveye benziyor mu? Hayır, ama piyasada kahve yokken içiliyordu.
    Son olarak ben de baba tarafından Burdur’luyum

  12. B. Duygu Ozpolat said,

    Şubat 11, 2009 @ 19:12

    Yani bu çörekotu kahvesinin içinde hiç kahve yok mu? Çok acayip!

  13. shyfox said,

    Şubat 23, 2009 @ 14:55

    En üstteki, iki kişiyi sırttan gördüğümüz fotoğraftaki sokak, benim 7-8 yıl öncesine kadar oturduğum Beşiktaş/ilhan Sokak. hatta üzerinde ÇARŞI BJK yazan pembe binanın (ki adı ne yazık ki adı Pembe Rüya Apartmanı, uzun hikaye) giriş katında oturuyordum. Bu arada, hala orada oturuyor olsaydım o yazıyı boyamıştım çoktan. Bu bloğu stumbleupon sayfasına ekleyen bir arakdaşımın favorilerini turlarken şans eseri gördüm ve akşam vakti anılarım depreşti. Hayat ne tuhaf sokaklar falan…

  14. Düygü said,

    Şubat 23, 2009 @ 15:24

    Ahah, ne acayip yahu, insanın bir zamanlar oturduğu apartmanın fotoğrafını bir başkasının blogunda görmesi. Yani olabilir tabi, tesadüf ama, garip bi yandan da.

    Beşiktaş da ne güzel mahalle.

  15. sema said,

    Mart 10, 2010 @ 00:31

    Ne kadar guzel bir anlatim, butun yazilarini okuyasim geldi :) okurken gozumun onunde canlaniyor anlattiklarin :) hele birde ABD’de yasayip, benzer ruh hali, gozlem, iletisim ve ozlemleri yasamis olmak, okurken daha bir anlamli kildi yazilarini. Blogunu daha yeni kesfettim ama cok gec kalmadim herhalde. Selamlar ve doktora da basarilar.

  16. Düygü said,

    Mart 10, 2010 @ 00:57

    Sema, siz iyi ki bu yorumu yazdınız da ben iyi ki gecenin bu vakti taa ne zamanlar yazmış olduğum bu yazıyı bir daha okudum. Niye bir daha okudum, çünkü ben “ne güzel bir anlatım” diye iltifatlar duyunca “allah allah, ben mi?” diye hep şaşırıyorum. Ne anlatmışım nasıl anlatmışım diye bir bakayım dedim. O benim anlatımım değil, anlatılanlardaki insanların ve sizin güzelliğiniz. :) Hoşgeldiniz, hiçbir zaman hiçbir şey için geç değil ki :)

  17. Ozgen said,

    Nisan 25, 2010 @ 12:32

    ben aitlik konusunu okuyunca biraz duygulandım açıkçası çok güzel bir yazı olmuş teşekkürler…

  18. Fumik0 said,

    Mart 7, 2012 @ 11:20

    Sen bir suru mesgalenden oturu yazamadigin icin, bende iyice agirdan aliyorum okumalarimi ki maksat yazilar bitmesin :) Bu yazinin sonuc kismi hislerime oyle bir tercuman olmus ki ne diyeyim, zor.. Her zamanki gibi kalemine saglik, Toronto dan sevgiler..

RSS feed for comments on this post · TrackBack URI

Yorum yapın