Yuva Belgeseli: Karamsar olmak için artık çok geç!

Bundan sonra yaz kış demeden soğuk su ile duş almaya karar verdim. Çünkü:
1)   Zaten ne zamandır düşünüyorum. Duş alacağım zaman, su ısınsın diye bir süre suyu açık tutuyorum, o sırada bir sürü su boşa akıyor. Zaten sıcak suyla duş almak bir saçma geliyor bana, “vücuduma çarpmadan akıp giden sıcak sular için ne kadar enerji harcandı, yazık o sulara, ne diye ısındılar ki o zaman” diye düşünmekten kafamı şampuanlayamıyorum.

2)   Sağlığa faydalıymış diye çok duydum. Bu konuda doğrudan yapılan çok ciddi bir bilimsel bir araştırma yok, fakat faydalarına ilişkin yazılıp çizilen bir sürü şeye rastladım. Ayrıca ODTÜ’deyken Poroma isimli Hintli bir İngilizce hocam vardı. Senelerdir soğuk suyla duş aldığını ve buna başladığından beri de hiç hastalanmadığını söylemişti. (O zamanlar ona deli gözüyle bakmıştım.)

3)   EN ÖNEMLİSİ: Her duş alışımda, soğuk suyun üzerimde yarattığı o şok ile hatırlayacağım çok önemli bir şey olacak:

Geçtiğimiz hafta sonu izlediğim Home (Türkçe ismiyle Yuva) belgeseli .*

Bu belgeseli izledikten sonra, hiçbir şey yapmadan oturmaya devam etmeyi kendime yakıştıramıyorum. Belki rüzgar enerjisi için değirmenler dikemem, ama Peru’da ormanları korumak için canlarını veren yerlileri hatırlayıp, kendi yaşadığım yerde ben de öyle bir yerli olmayı deneyebilirim.

ABD’ye gelene kadar “çevreci” bir heyecanla çabalıyordum, buraya gelip de israfın varmış olduğu noktayı, her ev toplantısında oluşan plastik tabak bardak yığınlarını görünce, Türkiye’deki şehirlarası yolculuklarımda ikram edilen çayları kendi getirdiğim seramik fincandan içme çabalarım gözümde anlamsızlaşmıştı.  Fakat artık birey olarak ben neyim ki demeyeceğim. Çünkü “Karamsar olmak için artık çok geç”. Ufaktan kendimi değiştirmeye başlıyorum önce.

Günlük yaşantımızda vazgeçilmez olduğunu sandığımız, boşa harcadığımız, boşa satın aldığımız, başkalarına vermeyip sahiplendiğimiz (ve dönüşümlü kullanmadığımız) bir sürü şey var. Ama aslında bunların hiçbiri vazgeçilmez değiller. İnsan her şeye alışabilir bu hayatta. Hepimizin içinde uyandırılmayı bekleyen bir cengaver var (buna gönülden inanıyorum). Hayat tarzımıza çeki düzen verecek güce hepimiz sahibiz.

Bu yazıyı okuyan (ve belgeseli izleyen) herkesler! Hayatınızda ufak bir şeyi şu güzelim Dünya gezegenini korumak adına değiştirme kararı alarak kervana katılmak isterseniz, lütfen yorum yazın, ya da bana neyi değiştirmeye karar verdiğinize dair e-posta gönderin. Birbirimizden fikir alabiliriz. Bu fikirleri bir araya getirip bir blog yazısı olarak yeniden yayınlayabiliriz (ben bu işe talibim).

Bu yazıyı ya da fikri çevrenizdekilerle paylaşarak söz konusu belgeseli izlemelerini ve kendi hayatlarında değiştirmeye karar verdikleri şeyi buradan bize (bana ve sizlere) de ulaştırmalarını söyleyin, lütfen!

Dünya’daki susuzluk, kirlilik, aşırı nüfus artışı, (domuz gribi salgını gibi) bir aksilik olmaz da yaşarsak önümüzdeki 30 yıl içinde etkilerini çok kötü şekilde göstermeye başlayacak. Artık “çocuklarımıza temiz bir dünya” bırakmaktan filan değil, içinde yaşadığımız çatıyı yakıp yıkmamaktan, “evimizi” temiz tutmaktan, titrek yaşlılar olabilirsek o yılları  huzur içinde geçirebilme ihtimalimizi sevmekten bahsediyoruz. Bu sorunlar “gelecek nesilleri” değil, bizi bulacak. Kehanette sözü edilen “gelecek nesil” biziz.**

Ve anlamsız bağımlılıklarımızı bir kenara koyup bir şeyler yapmaya başlamamız gerekiyor…

* Belgeseli izlemeyenler için bilgi: Fransız yönetmen Yann Arthus-Bertrand tarafından hayata geçirilmiş, herkesin ama herkesin mutlaka izlemesi gereken bir belgeselYuva Belgeseli (Orjinal ismi Home) . Bu öyle “güzel bi film mutlaka izleyin” cinsinden bir gereklilik değil. “Emrediyorum izlemeyenin kellesi vurula” denilecek cinsten bir belgesel. İnsanlık görevi. YouTube’de var ama YouTube Türkiye’de yok. Fakat öğrendiğim kadarıyla NTV daha iki gün önce televizyonda tekrar vermiş Türkçe’sini. Daha birkaç kere gösterirler gibi geliyor bana. Her neyse bir şekilde izlemelisiniz, lütfen…

**Sırf bizim başımıza geliyor diye motive olmak fena, ama motivasyonu hiçbir yerde değil de “uleynn, bu işin ucu bize değecek”te bulabiliyorsanız o da olur, “gene gel gene, kim olursan ol”.

(Resimler: http://www.unclepasha.com/(soğuk duş) ve Home belgeselinin resmi sitesinden)

  • Share/Bookmark

52 Yorum »

  1. meren said,

    Haziran 16, 2009 @ 16:04

    Benim son zamanlarda yaptıklarım:

    1. Bankama “bana mektup göndermeyin, gönderilmesi gereken şeyleri e-posta ile gönderin” dedim. Web sitesinde bir iki tıklama ile halloldu.

    2. Marketlerde elimden geldiğince az naylon torba ile çıkmaya çalışıyorum, ben kullandıktan sonra o naylonun başına gelenleri düşününce iki üç parça şeyi elde taşımak beni öldürmüyor.

    3. Yeniden şarj edilebilir piller ve bir adet şarj makinesi aldım. Piller çöpe bile atılmaması gereken, doğrudan yeniden dönüşüm merkezlerine gönderilmesi ya da götürülmesi gereken çok zararlı şeyler.

    4. Asansör kullanmak yerine yürüyorum. Asansörler ziyadesiyle enerji efektif çalışan şeyler ama ne gereği var. Hareket etme şansını da değerlendirmek lazım.

    5. Daha az kırmızı et yemeye çalışıyorum, çok beceremiyorum, ama deniyorum işte (bunun nasıl bir faydası olduğunu görmek ve kahve yerine çay, kola yerine su, şarap yerine bira içmenin, hamburger yerine salata, kırmızı et yerine tavuk yemenin doğadaki su döngüsüne bıraktığımız parmak izini nasıl değiştirdiğini görmek için şuna bakmanızı tavsiye ederim: http://tinyurl.com/cxa7r2 ben gördüğümde şok olmuştum açıkçası. yaşam standartlarınızı ve alışkanlıklarınızı bir günde değiştiremezsiniz tabi ama denemeye başlayabilirsiniz belki :))

    Yapılabilecek diğer şeyler:

    6. Günde ortalama 3-4 kez sifon çekiyoruz, bu da günlük ortalama 35-40 litre su tüketimi anlamına geliyor. Fakat genellikle o kadar suya ihtiyaç olmuyor. Kademeli sifonlar var, az basınca hemen duran, sonuna kadar basınca ver yansın yapan. O tip bir sifon yoksa, sifonun su haznesinin içerisine içi su ile doldurulmuş 1.5 litrelik su şişesi koymak yılda 2 tona yakın su tasarrufu demek. “2 ton su dediğin şey iki kuruş para, onun tasarrufundan ne olacak” demenin eşekliğini görebilirsiniz.

    7. Evdeki tüm lambaları düşük enerji tüketimli florasan lamba ile değiştirmek gerekli. Böylece toplam elektrik tüketimi düşer, devlet güzelim doğayı “daha çok elektrik lazım” diyerek barajlarla doldurmaz, Artvin’in 5 yerinde süren baraj inşaatları yüzünden yöre halkının ve canlılarının çektikleri eziyet başka illerde yaşanmaz. Bir de şarj cihazlarını fişe takılı bırakmayın (bunu ben hep unutuyorum ama değişmeye çalışıyorum :p).

    8. Çamaşırları mümkün olduğu durumlarda ılık ya da soğuk suyla yıkamak da elektrik sarfiyatını azaltan bir şey. Nitekim bir çamaşır makinesi tükettiği enerjinin %85′inden fazlasını suyu ısıtmak için kullanıyor. Zaten teknoloji ilerledi, çamaşır deterjanları çimen, kahve, kan, ketçap, yağ, pas, şarap lekelerinin canına okuyor (reklamlarda yan yana koyduklarında görüyoruz :p), dolayısıyla bir iki kez ılık suda yıkayın bakın bakalım bir fark görebilecek misiniz. “Ama hijyen?” diye gelenlere dere kenarında çamaşır yıkayan insanları hatırlatırım.

    9. Kullanılmış eşya almaya çalışın. Sayısız faydası ve güzelliği var bunu yapmanın.

    10. Kısaca açıklamanın yolunu şu anda bulamadığım için kehanet gibi duyulacak bir tavsiyede daha bulunmak istiyorum: besin zinciri piramidinin ne kadar altından yerseniz o kadar harika bir insan olursunuz (inek yerine ot, tuna yerine hamsi yemek gibi mesela).

    Hadi bakalım.. Benim aklıma gelenler bunlar.

  2. Nazim Keven said,

    Haziran 16, 2009 @ 17:07

    Benim yapmaya calistiklarim:

    1) Daha fazla bisiklet kullanmak. Okula, markete, aksam disari ciktigimda olabildigince hep bisiklet kullanmaya calisiyorum. Hem enerji tasarrufu, hem spor saglik. (Spor yapmaya spor merkezlerine arabayla gidip, bir de orada bir suru alet edavatla enerji harcayarak ‘spor’ yapanlarin hastasiyim) Bisiklet cok zor olucaksa toplu tasima. Cevrendeki insanlara araba alma, aldirtma, kullanma, kullandirtma yaklasimi.

    2) Markette alisveris yaparken lokal meyve ve sebze almak (meyve-sebze ne kadar uzaktan geliyorsa nakliyati icin o kadar fazla enerji harcaniyor haliyle) Bahcemizde kendi sebzelerimizi yetistirmeye de basladik ama bakalim o nasil olucak.

    3)Mumkun mertebe ikinci el al, kullanmadigin seyleri baskalarina ver (hem reuse hem good karma:)

    4) Kagit kullanimini minimize etmek. Olabildigince dijitallesmek (makaleleri print etmek yerine bilgisayardan okumak misal), kitap almak yerine kutuphaneden okumak.

    5)Plastikten uzak durmak. Yaninda kupani ve su siseni tasi, ki disardan icecek alirken kupanla alabilesin veya plastik sisede su satin almayasin. Markete kendi bez torbanla veya cantanla git ki plastik poset almayasin vs.

    simdilik aklima gelenler bunlar

  3. Elif said,

    Haziran 16, 2009 @ 17:48

    1. sise su alimini durdurdum.
    2. tam temiz olmamasi pahasina camasirlari daha kisa programda veya dusuk sicaklikta yikiyorum.
    3. cam ve kagidin geri donusumune daha fazla dikkat ediyorum.
    4. evdeki hemen hemen butun lambalari tasarruflu ampule donusturdum.

  4. Elif said,

    Haziran 16, 2009 @ 17:49

    5. ha bi de lokal urunler almaya calisiyorum.

  5. ycurl said,

    Haziran 16, 2009 @ 19:04

    Ben de yapabildiklerimi listeleyeyim:

    1. Supermarkete bez torba ile gidiyorum bu sayede plastik torba kullanimi azaldi. Hatta lokal urunleri bulabildigim bir market kendi torbasini getirenlere poset basina 10 cent indirim yapiyor. Bence guzel bir uygulama.

    2. Genelde meyve sebze gibi yas urunler icin lokal yetismis olanlari tercih ediyorum. Simdi gunes alan

    3. Merdiven inip cikarken merdivenleri tercih ediyorum ama itiraf etmeliyim cok sicakta yuruyup gelmissem arada asansor kacamagi yapiyorum.

    4. Evde bulunan butun ampulleri dusuk enerji tuketimli ampullere donusturduk.

    5. Beyaz camasirlar haric butun camasirlari soguk suda ve kisa programda yikiyorum.

    6. Kagit kullanimini azaltmak icin butun fatura ve kredi karti ekstrelerini online aliyorum. Ne yazik ki ilgimi ceken makaleleri bilgisayarda okuma konusunda cok basarili degilim. Elime kalem alip uzerine notlar dusmeyi sevdigim icin olsa gerek. Printerin ayarini iki yuzlu basacak sekilde ayarlattim ofiste. Yine de ufak bir caba.

    7. Idle olan elektronik aletlerin durdugu yerde cok enerji harcadiklarina dair bir yazi okudugumdan beri her sabah cikarken televizyonun fisini cekiyorum.

    8. Arabani park et ve metroyu kullan servisini kullaniyorum. Eski oturdugumuz yerde dogrudan metroya biniyordum simdi ne yazik ki araba kullanmak zorundayim.

    9. Evde kagit geridonusum kutumuz var. Bir ara camlari da topluyordum ama cam geridonusumunun cok verimli olmadigini okudum. Zaten cam sise ile alinan neyve sularini da su sisesi olarak degerlendiriyorum. Ofiste zaten geri donusum kutularimiz her yerde. Mumkun oldugu kadar kutulari kullanmaya calisiyorum. Hatta gecenlerde uyari notu aldik copunuzde geri donusum malzemesi bulduk bizimle irtibata gecin diye :)

    10. Adana bolgesinde yetismis bir ese sahip oldugum icin et tuketimini azaltmaya calisiyorum biraz zor oluyor ama yine de kararliyim. Bana kalsa sebze, salata ve deniz urunleri ile yasayabilirim :)

  6. caglar said,

    Haziran 16, 2009 @ 23:50

    benden de geliyor:

    ben de markete her seferinde yanımda çantayla gidiyorum.

    bakkaldan ya da dışardan birşey söylersem (yiyecek, sigara, bira vs.) içindekileri alıp torbayı geri veriyorum. genelde ilginç bi ifadeyle bakıyorlar ama yavaş yavaş alışıyorlar.

    soğuk suyla yıkanmayı henüz beceremiyorum ama su ısınana kadarki suyu küvetin hemen yanında duran vileda kovasına akıttırıyorum böylece istersem bir sifon sudan istersem de evi temizlemek için bir vileda kovası sudan tasarruf etmiş oluyorum.

    kağıt şişe ve plastikleri ayırıyorum. şişe ve plastikleri geri dönüşüme bizzat veremesem de sokak toplayıcılarına iletiyorum. böylece onlara da bir fayda sağladığımı düşünerek yarattığım çöpün suçunu azıcık hafifletmiş gibi hissediyorum kendimi.

    iş yerinde kullandığım cihazlar soğumaya ihtiyaç duydukları için klima kullanımımı kesemiyorum fakat mümkün olduğu kadar aza indirdim.

    yiyecekleri dolaba kaldırırken serastreçfilm yerine kaplara koyuyorum, böylece biraz da olsa doğaya plastik gönderiminden kestiğimi düşünüyorum.

  7. caglar said,

    Haziran 16, 2009 @ 23:54

    bir de sağolsun ev arkadaşımın aldığı matarayı her yere taşıyorum. içine suyumu koyup her seferinde plastik şişe almak zorunda kalmıyorum. çantada bir bardak da uzun mesafeli yolculuklarda birebir.

  8. riemann said,

    Haziran 17, 2009 @ 01:18

    bireysel aktivizmin faaaideleri karşısında militan bir agnostik olan bana bile “hmm mantıklı gibi ulan” dedirtti bu yazı ve altındaki yorumlar, saolmak varolmak.. ben de furyaya yuva belgeselinin rapidshare, emule ve torrent linklerini ihtiva eden bir link vererek katılayım:

    http://www.rlslog.net/home-2009-docu-dvdrip-xvid-cowry/
    http://www.rlslog.net/home-2009-extended-proper-bdrip-xvid-mess/

    ilki bildiğin belgesel, ikincisi extended vörjın imiş.

  9. Gürer said,

    Haziran 17, 2009 @ 02:35

    Tasarruflu ampüllerin yarattığı fark çok büyük. Fiyatları pahalı da olsa birkaç faturada kendini amorti ediyor. Yalnızca kendiniz kullanmayın, gerekirse parasını cepten verip eşe dosta aileye işyerine falan da alıp takın sevabına.

    Apartman boşluğunda falan timer’lı otomatik kullanıp sıkıntı çekmek ve fazla para ödemek yerine her ışığın yanına harekete duyarlı anahtar takmak da epey fark yaratır. Üçüncü kata çıkan adam için dörtten ona kadar olan katlar yanmaz mesela.

    Normalde idle durumda bir aletin sıfıra yakın elektrik harcamaması için bir sebep yok. Fakat her aldığınız alet bunu sağlamıyor ne yazık ki. Makul fiyatlara, prizle alet arasına takılıp harcanan gücü gösteren aletler var. Böyle bir şey alıp evdeki tüm aletleri incelemek, değişik durumlarda ne miktarda elektrik harcadıklarını ölçmekte büyük fayda var. Çok büyük sürprizler çıkabiliyor çünkü.

    Bu tür şeyleri yaparken biraz da dikkatli olmak lazım. Mesela alüminyum üretimi korkunç miktarda elektrik harcıyor (dünyada üretilen elektriğin %3ü gibi), ama başka metallere göre daha hafif olduğu için taşınma sırasında da büyük enerji tasarrufu sağlıyor. Getiri götürüyü ve farklı noktalardaki cost’ları iyi tartmak lazım.

  10. koray löker said,

    Haziran 17, 2009 @ 07:35

    Pozisyon olarak “tüketici” olmanın önkabul olduğu bir noktadan tartışmaya başladıkça, bu sistemi sorgulamak imkansızlaşıyor. Yukarda verilen, GOOD Transparency tablosunu hazırlayan arkadaşın düştüğü durum da bu.. Bir yanda sifonun nasıl daha az tüketileceği yazıyor, öte yanda nükleer değil güneş enerjisi öneriliyor. Bunlar aynı iradi tavrın sonuçlarıyla değişmiyor ki? Ben de nükleer/fosil yakıtlar kullanılarak enerji üretilmesin istiyorum (bu isteğimi duyurma pahasına yargılanmışlığım var gerçi daha çok ifade etme biçimim tartışma konusuydu ama, neyse).

    Tam da bu noktada, nükleer santraller, başka tüm etkilerini geçtim, ortaya çıkardıkları ısıyı azaltıp reaktörleri soğutmak için yanıbaşlarına kuruldukları su kaynaklarını deli gibi ısıtıp ekosistemi bozarlarken, o santrallerin ürettiği enerjinin kullanıldığı kentlerin su rejimleri, musluklarda değişmez…

    Dev kentler inşa edip, toplu konutlar yaratıp, milyonlarca insan bir yere toplanıyoruz. Sonra su yetmiyor, yetmez tabii! Mesele bu gidişatı tersine çevirmek… Yani üç-dört köyden oluşan bir hinterland düşünün, birinde ağırlıkla hayvancılık, birinde tarım, diğerlerinde karışık biçimde ilerliyor olsun gıda üretim rejimleri… Nüfus ve ihtiyaçlar kendi içinde bir ortalamaya vardığında koyunların otladığı arazileri tahıl ekimine ayırmadığımız sürece açlığın başgöstermesi pek de kolay olmaz. Köyde yoksulluk ve varsıllık arasındaki ilişki feodal sınırlarındadır. Ağa zengindir, kalan herkes neredeyse aynı yoksulluktadır, ama herkesin karnı doyar vb.

    Oysa kentleşme başladığı andan itibaren, kendini doyuracak organik kaynakları olmayan kente gıda taşıma sorunu başlar. Bunu aracılar yaptığı için, hangi gıdanın taşınması karlıysa, üretim alanlarını o gıdanın aracılığını yapanlar dönüştürür. Et mi çok kazandırıyor, git toprak al ve inek yetiştir. Herkese yetmiyor mu? Peh, parası olmayan düşünsün, mangır varsa pirzola var…

    Dolayısıyla dünyanın açlık ve kaynak sorununu tartışırken, dünyanın nasıl işlediğinden bağımsız olarak bunu bireylerin sorumluluğuna indirgemek sistemi aklamak haline geliyor.

    Elbette evimizin önünü süpürerek başlayabiliriz işe, bunun zararı olmaz yararı olur. Ama yere çöp atmamanın çevrecilik, çevreciliğin de dünyanın yok oluşuna karşı gerekeni yapmak olduğunu zannetmek bu sistemin istediği bir şey. Dolayısıyla evimizin önünü süpürürken, bu eylemi paylaştığımız herkese, bunun yetmediğini anlatmak daha önemli bir sorumluluk.

    Bu yazının altındaki yorumların bir kısmı Türkiye dışında yaşayan Türkiyeliler tarafından yazılmış. Türkiye içinde yaşayan benim gibi örnekler de aslında en kestirmesinden ifadeyle “beyaz türk” ve bu sorunları tarif etme biçimi ya da çözüm önerilerinin kimi işaret ettiği de önemli bir mesele…

    “Şişelenmiş su almamak” diye bir detay var örneğin. Ankara’da yaşarken 19lt’lik bidonlarla eve su almadığında en iyimser ihtimalle sarılık olmak neredeyse kesindi. İstanbul’da da durumun farklı olduğuna dair hiçbir gösterge olmadığı için burada da mecburen aynısını yapıyorum. Artvin’de yaşıyor olsam, gider dereye kafamı sokarım susuz kaldığımda, ama burada durum bu. Öte yandan, bu detayın doğduğu mecrayı da seziyorum ufaktan. Amerika’da örneğin eve su almanın yolu, 0.5lt’lik şişelerden bin tanesini depolamak gibi görünyüor (dizilerde falan) ve bu gerçekten abes bir lüzumsuz ambalaj üretimi… Buna karşı çıksın orada yaşayanlar, ama Türkiye’de yaşayıp da, bu önerileri yerelleştirmek yerine tercüme etmekle yetinenler kimseye somut bir öneri getiremediklerini fark etmiyorlar. Çoğunlukla fanuslarda yaşıyoruz çünkü (marjinal de değiliz ya ;) ) ve kendi fanusumuzu tartışırken, farkında olmaksızın kamusal alana müdahil oluyoruz. Bu blog, FriendFeed gibi yerler Google arama sonuçlarında ön plana çıktıkça kendini gerçekleştirmek için okuyan anonim bireylerle diyaloglar kurmaya başlıyoruz. Bu diyalogların sonuçlarından da sorumluyuz. Bunu unutmamak adına “yetmeeeeez” diye ukalalık yapmak zorunda hissediyorum kendimi… Hırçınlığım bundan…

  11. Ceren said,

    Haziran 17, 2009 @ 08:47

    - Tasarruflu ampül kullanıyorum
    - A enerji sınıfı ürünler alıyorum,
    - Adana’da yaşıyoruz, çatıda güneş enerjisi sistemi var. Yılın yaklaşık 10 ayı su ısıtmak için ayrı bir tesise ihtiyaç duymuyoruz.
    - Ancak mecburen klima kullanıyoruz. Klimadan çıkan suyu kovada biriktirip balkon ve tuvalet temizliğinde kullanıyorum.
    - Neyseki biz halen çeşmeden su kullanabiliyoruz, eve pet şişe almaya gerek olmuyor. (Şebeke suyunun analizleri eşim yapıyor)
    - Kızartma yapmıyorum. Ayda-yılda bir yapalırsa da eğer, çıkan atık yağı lavaboya dökmeyip bir kapta biriktiriyorum ve belediye yetkilisne teslim ediyorum. Onlar da biyodizel üreten firmalara iletiyorlar (Zira atıkyağ, kanalizasyonun bağlandığı atıksu arıtma tesisini rezil ediyor, arıtımı sağlayan bakterileri [nam-ı diğer “aktif çamur” öldürüyor, verimi düşürüyor.)
    - Çöpleri ayrıştırmamın bir anlamı yok zira belediyenin bu konuda bir çalışması yok. Ben ayrıştırsam da çöp arabasında karışacak. Geri dönüşüm firmaları da evlerle, bireylerle uğraşmıyor. Sadece kağıt ve kartonları ayrı paketleyip çöp konteynerının yanına bırakıyorum ki kağıt toplayıcılar alabilsin. Ancak eğer çöp arabası önce gelirse bu kağıtları da alıp diğer çöplerle beraber çöp arabasına atıyorlar.

    Sayın löker pek ciddi bir konuya değinmiş. Bunları yapmakla aslında sisteme çok büyük bir katkı sağlamıyoruz. Hastanelerin, fabrikaların, metro sistemlerinin felan kullandığı elektrik miktarı ev kullanıcılarının çok üstünde. 2007 yılı verilerine göre ev kullanıcı %23,5 harcarken, sanayi ve ticarethanelerin miktarı % 62,5 (BKZ. http://img13.imageshack.us/img13/1273/etsd.jpg)

    Üstelik hepinizin bildiği gibi Türkiye’de harcanan enerji miktarı diğer gelişmiş ülkelere kıyasla çok daha düşük. İspatı şurada:
    http://www.globalwarmingart.com/images/e/e5/Earth_Lights_from_Space.jpg
    Ülkelerin uydudan gece görüntüleri birleştirilmiş.En parlak yerler en çok enerji harcayan ülkeler. Yüksek lisans tezimin ilk cümlesi: “Bir ülkenin gelişmişlik düzeyi kişi başına harcanan enerji miktarı ile ölçülür.” Bunu sadece ben demiyorum, yüzlerce kaynakta aynı cümle yazıyor. Ben sadece “Allah sonumuzu hayretsin” diyebilirim ki gidişat pek öyle olmayacak gibi.

    Bireysel olarak üstüme düşeni yapmaya çalışıyorum ama bunların üstüne söylemem gereken bir şey var: İşyerim Türkiye’nin en büyük termik santrali. Çevre yönetim sistemi belgesi sahibi, Türkiye’de ve Avrupa’da resmi çevre kuruluşları tarafından örnek tesis gösterilen bir yerdeyim. Bunu gurur duyarak yazmıyorum. Ama termik santralde çalışıyor olmaktan dolayı eziklik de hissetmiyorum. Çünkü biliyorum ki, konu bizim tek başımıza çözüm bulabileceğimiz bir konu değil. Ciddi ve kararlı hükümet politikaları gerekiyor, insanların elektrikten vazgeçmesi gerekiyor. Al Gore’un bile harcadığı enerji miktarını öğrenince düşündüğüm ilk şey şu oldu: Keşke artık gerçekten büyük bir felaket gelse de şu dünya insan ırkından temizlense. Başka türlü kurtulacağı yok zira dünyanın.

    Elektrik santrallerinin İngilizce de “Power Plant” diye adlandırıldığını düşününce şu cümle aslında herşeyi özetliyor: “Power is the money, money is the power”

  12. Duygu said,

    Haziran 17, 2009 @ 16:59

    Lökerciğim yazdıklarınla ilgili bir yazı yazacaktım aslında. Senin söylediklerine sonuna kadar katılmakla birlikte, söyleniş biçiminin insanlarda doğurduğu umutsuzluk hissinin onları hiçbirşey yapmayan insanlara dönüşme sürecini kolaylaştırdığını da düşünüyorum.

    Her neyse, diyeceğim o ki, zaten bu yazıdan sonraki yazı (uzun zamandır kafamda dönüp duran) bir “bireysel çaba bir yere kadar, organize olmak, ya da bir organizasyonun parçası olmak lazım ve temelden değişmesi lazım çok şeylerin” yazısı olacak umuyorum ki, eğer haftaya pazartesi gireceğim sınavda ölmez sağ kalırsam. :)

  13. Gürer said,

    Haziran 18, 2009 @ 02:13

    Lökerim,

    Toplumsal değişiklikler kişisel çabayla yada örgütlenmeyle falan olmuyor. Tarım devrimi insanları şehirlere taşıdı, endüstriyel devrim ve hızlanan ulaşımla birlikte şehirler çalışma ve yaşam alanlarına bölündü, şimdi de hızlanan iletişim ile birlikte gelen uzaktan çalışma imkanlarıyla tekrar bir dağılma yaşanıyor. Bunlar öyle müdahale edilebilecek şeyler değil. Gelişen biyoteknoloji, robotik ve nanoteknoloji hayatımızda başka değişiklikler de yapacak.

    İnsanların belirlediği sistem dersen, o da artık çok güçlü bir statüko halini aldı. Sermaye bütün devletleri yuttu, sınırsız bir şekilde dünyaya hükmediyor. Gücüne güç katmak dışında da bir hedefi olmadığı için kendi isteğimize göre yönlendirmek pek mümkün değil. İstediğin kadar organize ol (ki bunun maksimum aşaması devlet kur mesela), gelip seni kendine uyduruyor, en olmadı yok ediyor. Tek kontrol edemedikleri şey yukarda bahsettiğim teknolojik gelişme kaynaklı devrimler.

    İnsanların bilinçsiz olduğunu da düşünmemek lazım. Bir çok kişi bunları bildiği halde aynı şekilde davranmayı tercih ediyor. Amerikan aydınlarının en büyük ikilemi bu mesela. Adamlar sistemin yanlış olduğunu bal gibi biliyor. Ancak içinde yaşadıkları refahın bu sistemden kaynaklandığını da biliyor. O yüzden eleştirileri hep kişisel, mesela Bush’u vb eleştiriyorlar, ama sisteme laf edeni yok. En fazla bir revizyon istiyorlar sistem için. Ya da Obama gibi birebir sistemin adamı olup, karizma ve zekasıyla güzel bir vitrin sunan umut tacirleriyle kafalarını kuma gömüyorlar.

    İşbu nedenle kapımızın önünü süpürmek, verimsiz büyük çabalara girmekten daha anlamlı.

  14. koray löker said,

    Haziran 18, 2009 @ 03:11

    İşbu nedenle kapımızın önünü süpürmek, verimsiz büyük çabalara girmekten daha anlamlı.

    Ben tamamen anlamsız demiyorum zaten, Düygü de karamsarlık olarak okumuş mesela… Sadece kapı önü süpürme eylemi, dünyayı kurtarmaya evrilemez, bunu düşünerek yaptığımız zaman her akşam biz uyurken kapımızın önünü pisleten birilerine karşı Truman Show tadında gülümseyerek sokağa çıkıp, müstehzi bir bakışla tekrar evimizin önünü süpürür ama asla mutsuz olmaz, robota bağlarız diyorum :)

    Robota bağlamak senin işine geliyor tabii, böyle usul usul iteliyorsun…

  15. Gürer said,

    Haziran 18, 2009 @ 03:51

    Heh heh heh >:)

  16. koray löker said,

    Haziran 18, 2009 @ 04:07

    Valla gidip yazacağım bir blog yazısı çakma çevrecilik diye, sonra kurup kurup tekrar yaz, et derken döneceğim 90′lı yıllardaki hallerime… Yapmayın bana bunu!!! :)

    Aklıma geldi, konunun güzel bir örneği Recycle hikayesi… Anglosaksonlar bu konuda bir slogan çıkarmışlar. Meseleyi 3R diye özetliyorlar. Reduce, Reuse ve Recycle… Yani geri dönüşüm aslında bu konuda yapabileceklerimizin en sonunda yer almalı, stratejiyi şöyle kurmalıyız deniyor:

    “Kaynakta atık azaltımı” denenmeli. Böylece atık haline geleceğini bildiğimiz şeyleri boşu boşuna üretmekten kurtulmayı düşüneliyiz. Devamında üretiminden kaçınmamız mümkün olmayan, dolayısıyla yaşam döngüsünde bir şekilde atığa dönüşen maddeleri olabildiğince yeniden kullanmalıyız ve en son çare olarak yeniden kullanılması zor atıkları geri dönüşümle kazanmalıyız.

    Şimdi bu mantığın “kapı önü süpürmek” boyutuna bakalım. Gereksiz atık üretimine destek olmamak için yapılabilecek tercihler var. Doğru tasarlanmış şekerlikler kullanılarak, küp şekerlerin tek tek kağıtlara sarılmasını engellemek ve hem şekerin küp haline getirilmesi sürecinden hem de o kağıtların üretilip ambalajlanma eyleminden tasarruf edilebilir. Böylece doğaya lüzumsuz yere bilet büyüklüğünde milyonlarca kağıt atma saçmalığı durur, enerji tasarrufu yapılır vb.

    Bu ne demek? Gittiğiniz bir sürü kafe, lokanta vb. yerlerde işletme müdürüyle görüşüp, o şekerler yerine başka şekerler kullanılmasını önermek zorunda hissedeceğiniz, her bunu denediğinizde de Gürer’in “dünya böyle gidiyor” yaklaşımı tadında boşvermişlikler ya da “diğer müşteriler bunu tercih ediyor” gibi saçma sapan bir marjinalize etme haliyle karşı karşıya kalmanız demek…

    Yeniden kullanım aşaması da malesef süper temiz durumda değil. Depozitolu şişeler vardı hatırlar mısınız? Coca-cola 1Lt.lik cam şişelerde satılır, bu şişeler bakkala geri verilince para alınırdı örneğin. Şu anda cam şişe neredeyse soda ile devam ediyor (kimi gazoz/meşrubatların da 250cl.lik şişeleri var aslında) ve bunların tamamı depozitosuz. Yani atık ayrıştırmak yerine, doğrudan kaynakta geri toplamak için kurulan bir ekonomik sistem zul geldiği için boşu boşuna çöpe atılan bir servet var.

    Haydi Uludağ, Coca Cola, Kızılay Derneği gibi yerleri arayıp ürünlerinin depozitolu şişelerde sunulmasının önemini anlatmayı deneyin… İnanın o kadar eğleneceksiniz ki…

    Reuse olayının bokunu çıkartmak da mümkün bu arada, eski kola kapaklarından kıyafet yapmaktan, bilmemneye kadar Derya Baykallaşabileceğiniz ölçüde çöpe atmaktansa kullanabilirsiniz. Marjinalleşme mi denmişti?

    Son olarak da Recycle / Geri Dönüşüm safhası. Avrupa ülkelerinde gıptayla bakılan bu çark, aslında hiç de çevreci nedenlerle başlamadı. Çöpe atılan şeyin ne kadar anlamlı ekonomik kaynaklar içerebildiği düşüncesinin altın kıymetinde olduğu yılların hediyesi bir alışkanlık. 2. Dünya Savaşı boyunca İngiltere, Almanya gibi ekonomisi tamamen savaşı beslemeye adanmış ülkelerde evlerde sebze yendiğinde atık haline gelen kabuk, sap, çekirdek gibi parçalar domuzlar için hala yemek olabiliyor diye keşfedildi. O andan itibaren bugünkü terminolojiyle organik atıkların çöpe atılması savaş ekonomisine darbe yani vatana ihanet olarak değerlendirilmeye başlandı.

    Çöpünden domates kabukları çıkan ev hanımları polis tarafından tartaklanan bir dünya düşünün. Hoşgeldin Recycle! Türkiye’de de vicdana bırakmak yerine doğru bir atık ayrımı politikası yapıp, buna uymayanlara ceza, vergi vb. kesilmesi durumunda ancak bu kavram işimize yarayacak. Öyle broşür bastırıp, dünya çevre gününde açıklamalarla sözümona özendirip, gündelik yaşama geldiğimizde aynı çöp arabasında bütün torbaları toplayınca olmuyor bu iş…

    Eh, “kapımızın önünü süpürmekten” bu noktaya gelmek görüldüğü gibi zor değil, ama bugüne dek bir şekilde “dünyayı kurtarma” heveslisi olduğunu gördüğüm insanların o kadar büyük çoğunluğu, işi buralara kadar tarif edince “yani, o kadar da çevreci değilim canım” dedi ki, artık hırçın olmam bundandır… Bu işin, oraya kadar, buraya kadar gibi bir ayrımı yok. Gezegen gidiyor elden! Ya adam akıllı, bütünlüklü bir savaşa girelim ya da kimse kimseyi suyu ısıtıp duş aldığı için, sifonun içine yosunlu şişe biriktirmediği, sokakta küllük taşımadığı için falan kötü hissettirecek tavırlar sergilemesin derim…

  17. Duygu said,

    Haziran 18, 2009 @ 06:54

    Ya iyi de Lökerim, yapacağımız hangi şey dünyayı kurtaracak bir eyleme evrilebilir ki zaten? Çok uzun zamandır düşünüyorum, bireysel ya da organizasyonların parçası olarak yapacağımız herhangi bir şeyin dünyayı kurtaracağının bir garantisi var mı? Aklıma gelen ilk örnek diye söylüyorum: Greenpeace’in (ya da benzeri bir organizasyonun) yaptığı herhangi bir eylemin Dünya’nın geleceği üzerinde (ya da Gürer’in bahsettiği köklü sistem üzerinde), evde çöpleri ayrıştırıp geridönüşüm yapmaktan, ya da soğuk duş almaktan daha fazla etkili olduğunu gerçekten söyleyebilir miyiz?

    Bir yandan insanların bir şekilde gönüllü, politik, apolitik herhangi bir organizasyonun parçası olmaları gerektiğini ve bu şekilde onlara “hayat” adı altında sunulmuş zamanın bir gıdımcığını dahi olsa toplumun faydasına geçirmeleri gerektiğine inanıyorum. (Hatta kendim belki de bu işlere gereğinden fazla vakit harcayıp, kendime ayıracak vakit bırakmıyorum). Fakat bir yandan da sorunun (ya da sistemin çirkinliğinin) sonsuz gibi görünen büyüklüğü ve kudreti karşısında, çabalar ister bireysel ister organizasyon bazında olsun sıfır kabul edilebilecek kadar ufacık kalıyor, kalmadığını söyleyebilir miyiz, yüzyıllardır değişen bir şey oldu mu? diye düşünmeden de edemiyorum.

    Bunları savunma olarak değil de sorgulama olarak okuyunuz.

    Seni karamsarlıkla suçladım gibi oldu, ama ben gizli karamsarım aslında :)

  18. B. Duygu Ozpolat said,

    Haziran 18, 2009 @ 07:16

    Bu arada, insanların bireysel olarak yaptıklarının ya da 3R gibi kampanyaların aslında genel kamuoyu bilinçlenmesi açısından faydası var sanki. İnsanların çoğu zaten kafalarını kuma gömmeye meyilli (sanırım akıl sağlığımızı koruyabilmek için evrilmiş bir mekanizma bu) ve bunu yapmak için öyle ya da böyle bir yol buluyorlar zaten.

  19. koray löker said,

    Haziran 18, 2009 @ 08:48

    Ben lafı çok iyi toparlayamadım galiba. Evde çöp ayırmak ya da başka herhangi bir bireysel eylemi anlamsız bulmuyorum. Derdim, senin blog yazman ya da meren’in friendfeed’de soru sorması gibi a-politik gibi görünen, oysa başından sonuna politik bir tutum olan ifadelerin resmin bütününü unutmamaları…

    “ben sorumlu hissettiğim alanlarda şunları yapıyorum” demek elbette hoş bir şey. Etrafımda bunu, herhangi bir konuyla ilgili olarak söyleyebilen insanla daha çok olsa, daha güzel bir dünyada yaşadığımı hissederdim…

    Öte yandan, derdim biraz daha bu insanların büyük resmi görebilmekle ilgili duruşlarını anlamak, tartışmak…

    Önceki gün Eczacıbaşı’na bağlı bir chip fabrikası olan E-Kart’ta sendikaya üye oldukları için işten atılan işçilerin basın açıklamasındaydım. 300-500 kişi bile toplanmamıştı. Ki gelenler de sendika üyelerinden ibaret.

    Ya da başka bir konu, ben de dahil, çevremde hiç kimse oy vermiyor.

    Dağıtmadan, somut sorundan yola çıkarak devam etmeyi deneyeyim: Greenpeace ya da benzeri bir kuruluşun işe yarayacağını düşünsem, onlarla devam ederdim. Bugün baktığımda beş yıllık bir ekoloji eylemcisi geçmişinden pişman değilim. Ama o sırada öğrendiğim belki en değerli şey. Kendinden başla, etrafını değiştir vb. gibi konularda bir süre sonra senin gibi düşünen insanların yanında daha huzurlu olduğun için, onlarla sınırlı bir çevreye kapanıyorsun. Sonra yaptığın herşey olduğundan daha önemli, görmediğin herşey detay vb. gelmeye başlıyor.

    Burada da Gürer’in söylediği yere varıyoruz, kocaman bir statüko halinde insanlık hepimizden bağımsız bir yolda devam ediyor. Oysa ki, hiçbirimizden bağımsız değil bu işleyiş, hepimiz bir dişliyiz içinde…

    Çocukluğumda babamın sosyal-demokrat arkadaş çevresi meslek odalarında, sendikalarda örgütlenen, bir araya geldiklerinde makara kukaranın yanında siyasetten de bahseden insanlardı. Bugün politik anlamda iyice gerginleşen, kutuplaşan ortam, bizim kuşakta başka bir açıdan işliyor. Siyasetin;

    a) anlamsız, b) salaklara göre, c) ümitsiz d) ______ olduğunu düşünen insanlar olmaya başladık. Ki bahsettiğim, herhalde açıktır ki, AKP’ye, CHP’ye üye olmak/olmamak, oy vermek, vermemek değil. Konuşmak, hayal kurmak, düşünmek, planlamak, istemek ve mücadele etmek… En fazla yaşamımızı tarif eden konularda bunu yapıp, kalan konulara temas etmez hale geldik.

    Misal özgür yazılım dünyası. Herkes, devletin işleyişi vb. konularda sadece sahipli yazılım kullanılmasıyla ilgili olarak tartışıyor. Kamu özgür yazılım kullansın, falanca miktar para devlette kalsın… Kalsın da, devlet örneğin o parayla ne yapsın? Hastane mi? Okul mu? Camii mi? Köprü mü? Bu soruya varmıyor. Denilebilir ki, ilk soru daha yanıtlanmadı, sorun çözülmedi ki?

    Eh, resmin bütününe dair fikir geliştirmekten vazgeçersek, ikinci soruya sıra geldiğinde sıramızı savarsak, bütünlüklü bir tavrın yokluğu nedeniyle, ikinci sorunun etrafında birleşebileceğimiz bir sürü insanla daha birinci soru tartışmalarında da yan yana yürüdüğümüzü görmüyoruz. Haliyle birinci sorunumuzu da asla çözemiyoruz.

    Somut bir örnek… Linux Kullanıcıları Derneği, demiryolu işçileri sendikasıyla bir araya gelip, TCDD çalışanlarının örgütlenmesinde aktif biçimde rol aldığında mı Firefox ile tren bileti alabilmemiz daha kolay olabilirdi; yoksa bir sürü insan, kimin okuyup ne yaptığı belli olmayan bir adrese e-posta attığında mı? Uzun zamandır ikincisini deniyoruz, değişen bir şey yok.

    Bugün siyaset algısı, birinci yolun; yani stratejik ortaklıkların, benzemeyen insanların belirli amaçlar için bir arada hareket edebildiği alanların tamamen unutulduğu, demode kabul edildiği bir ihmal ve cehaletle yok saydığı ve sadece ikinci yöntemin var olduğu bir dünya çiziyor.

    İmza toplayalım, telefon açıp bu konuda rahatsızlığımızı söyleyelim, düzelmezse blog açıp orada küfredelim, birbirimize comment yazıp ne kadar haklı olduğumuzu düşünelim ve böyle gitsin… Kuşağımız ne yazık ki, geçtiğimiz kuşakların siyaset için ayırdığı alana bu kadarcık şeyle özetlenebilecek bir anlayış koydu. Bunun ekoloji ve dünyanın biyolojik anlamlarıyla sürdürülebilirliği vb. konularındaki yansıması da bence bu işte… Ben bunun internette yazı yazıp “bilinçlenerek” değişmesi için, en azından sorunun tam olarak tarif edilmesi gerektiğine de inanıyorum.

    Seni, meren’i tanıyorum, bu yazıyı yazmanızın ardında gerçekten tutarlı ve sürdürülebilir bir yaşam algısının yattığını biliyorum. Öte yandan friendfeed’de “sigara içerken kültablasına yakın duruyorum” diyen (buradan sanıyorum yere izmarit atmayarak dünyayı kurtardığını anlamamız gerekiyor) arkadaşı gördüğümde “heeeey, arkadaşım, olay bu kadar basit değil” demek zorunda hissediyorum. Belli ki bunu çok iyi beceremedim, derdimi tam anlatamadım ama deniyorum işte…

    Bir de karamsarlık ne ki? Brecht’in dediği gibi, savaşırsan kaybedebilirsin, savaşmazsan zaten kaybetmişsin demektir. Tablonun kötü olması, böyle gelip böyle gideceği gerçeği ya da başka herhangi bir ümit kırıcı saptama yolumuza çıkmasın demek elimizde. İşe yarasın diye değil, doğru olduğu için yapabiliriz bazı şeyleri.

    Tam da bu açıdan, dona dona yıkanma kararın anlamsız değil, çok anlamlı. Ama suyu ısıtmak için çevreci enerjiler kullanmanın (güneş enerjisiyle ısınan su gibi) mümkün olduğunu bilmeyen insanlara, “lan gerekirse soğuk suyla yıkanın, aklınız başınıza gelir” diyebilmek için anlamlı. Güneş enerjisi yatırımlarını kasten yapmayan enerji şirketlerine karşı birleşmeye giderken, ter kokmamak ama kömür kaynaklı elektiriklerini kullanmak zorunda da hissetmemek için anlamlı… Yoksa üşüdüğünle kalırsın, üzülürüm yingem üşürse…

  20. ycurl said,

    Haziran 18, 2009 @ 12:09

    Koray’in soylediklerine bir miktar katiliyorum cunku bireysel cabalarin olumlu olabilmesi icin insanlarin buyuk resmin de farkinda olabilmesi gerek ama yapilan cabalarin yetersiz olabileceginden bahsediyor (kimin okudugu bilinmeyen bir adrese e-mail atmak gibi.) Bunu degistirebilmek ancak sistemin icine girmekle olabilir bu da genc kusagin politikayi tu kaka olarak nitelendirmemesi gerekli. Ne yazik ki siyaset hayatin her parcasinda var. Turkiye’de genel olarak bir bikkinlik hali yaygin. O gelse bile ne yapar ki gibi dusunusun hakim olmasi sinir bozucu. Bu da gercekten bir seyler yapmak isteyen kisilerin onlerini tikiyor. Ben buyudugum sehirden bir ornek vereyim. Yilmaz Buyukersen bir siyasetci hem de ayni zamanda Eskisehir’in gormedigi belediyecilik anlayisini getiren bir kisilik. Iktidar partisi tarafindan yaptiklari icin surekli ayagina celme takilmaya calisilsa bile yine de yapmak istediklerinin bir kismini gerceklestirebildi. Ben ne zaman sehire donsem yeni bir surprizle karsilasiyorum. Cocuklugumun gectigi sehirle hic alakasi yok. Turneye gelen tiyatrolarla yetinen bir sehrin su anda sehir belediyesi ve ayni zamanda ozel tiyatrolari var. Dogru durust konser salonu yokken su anda ciddi anlamda konser salonlari olan bir sehir. Hatta bir suru yerde Istanbul’da gormedigim kadar cok geri donum kutulari gordum. (Tamam sehir kucuk ama olsun) O yuzden ben cok umutsuz dusunmuyorum evet kisisel cabalar bir yere kadar ama cabalayip siyasetin carkini kirmayi basarabilenler ornekler var. Evet yine siyasetle cunku baska bir alternatif bir yol goremiyorum ben.

    Ve en onemlisi egitim ve bilincli olmayi ogretmek. Bu ise kolay bir sey degil. Cunku bunu saglayabilecek saglam egitimcilerin olmasi gerekli. Bir nevi kisirdongu yine de kisisel cabalarin desteklenmesi bile ilgi cekmesi acisindan onemli.

    Ve Koray hakli ise yarasin degil diye dogru oldugu icin yapmamiz gerekli.

  21. meren said,

    Haziran 18, 2009 @ 13:02

    Löker, ot bulmaya çalışan koyunlar saçma sapan yerlere gitmesinler diye havlayan köpek tavrından ötürü sana teşekkür etmiştim, fakat bazen koyunları ot aramaya çıkaran sebepleri öyle işe yaramaz yerlerinden sorguluyorsun ki açlıklarını filan unutup ağıllarına dönüyorlar.

    Adam kakasını yaptıktan sonra o kakanın nereye gittiğini, başına neler geldiğini bir kez olsun düşünmemiş bu güne kadar, sen ona post endüstriyel kapitalizmin sunduğu yaşam standartları içinde bir dişli olduğunu söylüyor, azarlıyorsun. Haksız değilsin, fakat bir işe yaramıyor söylediklerin. Bu bir atletin, atlet olmasını istediği oğluna eğilip “bir kaç ay sonra emeklemenin ne kadar saçma bir şey olduğunu görecekken acizliğinle yer çekiminin maskarası oluyorsun, bırak emeklemeye çalışarak kendini kandırmayı, kalk koş lan mna godumunu” demesine benziyor.

    İnsanlar bir gün uyanıyor ve her şeyi biliyor olmuyorlar. “İterasyon” bizim evrenimizin sevdiği ve içerisindeki süreçlere dayattığı bir metot. Belki de bu sebeple altı bomboş olduktan sonra istediğin kadar konuş, kimseye hiç bir şey anlatılmıyor. Eğer bir kerede bütün bilgi ve deneyim aktarılabiliyor olsa idi her kitabını okuyan Feynman kadar tatlı ve renkli olurdu, insanlar 15 yıl beklemek yerine doktoraya ilkokulda başlarlardı (hoş ikinci söylediğimin aslında gayet mantıklı olduğunu düşünüyorum ya, neyse)..

    Bu yüzden bırakacaksın “çevre için ne yapıyorsunuz?” diye sorulduğunda “sigara içerken kül tablasına yakın duruyorum” diyen adam da kendisini çevre için bir şey yapıyor sanacak, kendisini bir noktaya kadar iyi hissedecek. Seneye aynı adam belki “alüminyum atıklarımı geri dönüşüme götürüyorum” diyecek. Üç sene sonra belki “balık avlama mevsimine sınırlama getirilsin diye gösterilere katılıyorum” diyecek. O zaman işte ona gideceksin “sistemin dışında düşün, gel bakayım şöyle bak sana ne anlatacağım” diyeceksin. Bu yürümeyi öğrenmiş bir çocuğa “bunun bir de koşu kipi var ;)” demek oluyor işte.

    Ben şu kısa ömrümde gördüm ki insanlar bir dava konusunda ne kadar çok biliyorsa o davaya o kadar az katkıda bulunabiliyorlar (insanlığın en büyük sorunu bu bence). Çünkü insanlar öğrendikçe bilgi piramidinin neresindeki insanlardan ne beklemeleri gerektiğini unutuyorlar. Müdahil olmak, uyarmak çok saygın hareketler. Öte yandan insan sabır gösteremeyeceği kadar cahil olanları da nadasa bırakmayı bilmeli bence.

    Duygu’nun dona dona yıkanma kararı en çok çevre konusunda bir şey yapmak için gösterebileceği kararlılığı kendisine ispatlaması açısından, çevre için bir şey yaptığını hissederek kendisini iyi hissetmesi açısından anlamlı bence (zaten kafası azıcık çalışan bir kişi bunun yeterli olmayacağını görüp, daha fazla ne yapabileceğine kafa yorabilir, bu yükün altına ise ancak kendisini kendisine ispatlamış kişiler girebilir). Yoksa asıl senin söylediğin şeyler için soğuk suyla yıkanan kişinin üşüdüğü ile kalması olasılığı daha yüksek bence..

    Alelacele yazdım, ne söylemeye çalıştığım anlaşılacak mı bilmiyorum.

    Öpüyorum.

  22. koray löker said,

    Haziran 18, 2009 @ 14:11

    Meren’cim, haklısın, anladığımı da tahmin ediyorum. Gelgelelim, başından sonuna hak vereceksem eğer söylediklerine, bir sorumu yanıtla… Ben bugün ikisi de birbirinden parlak zekalı insanın bir aydınlanış yaşama çabaları içinde bu soruları, bu şekilde sormaya başladığımda yarattığım dalgalar yerine senin yöntemini seçmeyi denersem; bugün yere izmarit atmayan adama, yarın alimenyon atık toplamanın yararlarını aktaracak bilinç akışının öznesi kim? Zaten ben burada deli dana gibi böğürüyorum da, on söylüyorsam, biri, o da yüz kişi dinliyorsa birine ulaşmıyor mu? (retorik parantezi: Ben de öyle bağrışan insanlardan seçe seçe alıyorum almak istediklerimi bir yerde… oradan biliyorum, böyle oluyor)

    Ayrıca yaptığın analoji de maşallah ilkokul demogojisini aratmıyor. Efendim atlet olacak çocuğun emeklemesi sırasında dört ayak üzerindeki hali, yerçekiminin karşısında acizlikmiş…

    Tamamen insanlar tarafından yaratılmış bir sömürü sisteminin kaçınılmaz sonuçlarından biri doğanın yokoluşu olsun, aynı sömürü sistemi senin soluduğun havayı bile şirketlere satarken bunların hepsine birden bütünlüklü bir karşı çıkışla, en hafif tabirle medeni davranmayı birbirine karıştıran birine “şşşt biladeeer” derim. Bunun koşmaya başlayacak birinin emeklemesine itiraz etmekle uzaktan yakından alakası yok, zırvalama… :)

  23. meren said,

    Haziran 18, 2009 @ 15:21

    Sorunun yanıtı şu: “bir başkası”.

    Deli dana gibi böğürerek “ben görevimi yapıyorum, doğru olanı bu” demek sureti ile kendini tatmin ettiğini hissediyorum. Bilemiyorum :) Eğer öyle ise bu bence bıkkınlık, yorgunluk, tembellik sınırlarında ayıpçı bir davranış (eğer kendini tatmin etmiyorsan ve gerekli gördüğün için yapıyorsan da ayrı fena, bu da bizi bebek ile ilgili analojime götürüyor).

    Bebekleri hiç sevmem ama bebek ve emekleme ile ilgili analojim de duruma cuk oturuyor :p (çünkü ne nörolojik ne de fiziksel olarak yürümeye başlamak için bebeklerin emekleme sürecine ihtiyaçları yok (%5′i, %6′sı da hiç emeklemeden yürüyor) fakat hala büyük çoğunluk için emeklemek, yürümenin dinamiklerini öğrenmek için bir geçiş süreci ve gerekli (yani emekliyor diye bebeğe “şşt bilader” demek aslında saçma değil, sadece bebeğin bunu anlaması çok zor olduğu için bunu deli dana gibi böğürerek yapmak hıyarca bir şey; bu durumda iki yol var: ya sakin sakin yardım edersin ve emekleme sürecini atlamasına yardımcı olursun ya da bırakırsın kendi kendine öğrenir)).

    Sen ne sakin oluyor ne de yardım ediyorsun. Sadece benim, Duygu’nun ve diğer bir kaç kişinin işine yarayacağını bildiğin şeyler söylemen ile, bunu yaparken kalan herkesi korkutman arasında bir fark var. Bir taraftan bunu ben de yapıyorum, yeri geldiğinde utanmadan savunuyorum bu tartışma, bilgi aktarma şeklini ve şimdi hipokratlık yapıp sana dalaşıyorum. Bsaniye. Kızdım bak kendime. Neyse. Cahile laf anlatmaya tenezzül ederken bir de üslubuna dikkat etme sorumluluğunu üzerine yıkmaya çalıştığım için utandım şimdi. Sanırım bunca zaman bu konulara minimum seviyede ilgi göstermiş birisi olarak kendimi bir parazit gibi hissediyor ve sinirseklik yapıyorum. Tamam. Geri adım atıyorum. Öpüyorum.

  24. koray löker said,

    Haziran 18, 2009 @ 20:58

    Başka kimle bu kadar sevinebilirim, kavga ettiğim için acaba :) ama çok haklısın ikimiz dışındaki herkes için ürkütücü bu manzara…

    Tamam ben de eşeklik yaptığımı, dikkafalılık ettiğimi kabul ediyorum, yolum yol değil. Gerçi ben yol olsun diye söylenmiyordum, ama bu laflar söylenecekse, bir yolda söylenmeli eleştirinde haklısın her halükarda…

    Ama bu tartışmayı kapasak da, analojine itirazımı sürdüreceğim. Bebeğe “yürü ulan” diye bağırmanın bir anlamı yok tabii ki, ama bebeğin emeklerken yürümeye çalışması ya da yürüyerek türünde başarılı hale gelmesi gibi şeyler bir doğal süreç. O hayvanatın iki ayağı üzerinde durduğunda bir parçası olduğu uygarlığa adaptasyonu gibi son derece kültür dışı bir olayı, tamamen kültürel bir şeye benzetiyorsun. Bilinçli davranışlar bütününü edinmek sosyal adaptasyon, yürümek fiziksel adaptasyon. Aynı süreçler işlemiyor, beyin, nöron diye de girme, ne demek istediğimi biliyorsun. Örneğini doğru kılmak için koca bilim dünyasını rahatsız etme akşam vakti.

  25. Düygü said,

    Haziran 18, 2009 @ 22:02

    Bu arada “for the record”, ben zaten fiii tarihinde Dünyayı kurtaran kadın ve Göhramon’ın sohbetlerinde, yaptıklarımız işe yaramayacak ama onları niye yapıyoruz diye sormuş, sonra “Dünyayı kurtarmaktan bahseden kim? Ben sadece varolmaktan bahsediyorum. Ben böyle varolmak ve yaşama bu şekilde müdahale etmek istiyorum. Hepsi bu!” sözünün yelkenleri ile “doğru olanı yapmanın” güzel deryalarına açılmıştım :)

    Şu pazartesi doktora yeterlik sınavım var, ona denk gelmese ben de bu tatlı boğuşmaya katılırdım, ama en kısa zamanda bu konu ile ilgili bir blog yazısı yazmayı dilediğimi belirterek bilimime ilmime dönüyorum. Öpüyorum gocemen.

  26. Nazim Keven said,

    Haziran 19, 2009 @ 01:05

    dogu felsefesi ile bati felsefi arasindaki en temel ayrim noktalarindan biri sebep – sonuc (cause and effect) yaklasimlaridir. ikisi de sonuna kadar deterministir (hicbir sey durduk yere olmaz, herseyin bir sebebi var) lakin batidaki abiler bilardo toplarina bakarlar, bak bu topu su hizla su aciyla attim o yuzden o top su hizla suraya gitti (masadaki surtunmeyi saymazsak) dogudaki abiler ise, bizim cok yabancisi oldugumuz kumulatif (birikimsel) sebepler ve onlarin dogurduklari sonuclara bakarlar, ki o sonuclarin baska kumulatif sebeplerdeki yerini de goz onunde tutarak. yani dogu felsefesinde hicbir sey anlik degildir, her sey surecseldir. etkiler zaman icinde birikir ve bir yerden sonra gozle gorulebilir sonuclara sebep olurlar, ki o sonuclarda baska seyleri etkiler. Senin o birikimsel etkileri farkedemiyor olusun, onlarin etkisinin olmadigi anlamina gelmez. Oysa, bati felsefi dusuncesi ise cogu durumun anlik sebep – sonuc iliskileri icinde cozumlenebilecegine, diger uzak etkilerin ihmal edilebilir (negligible) olduguna inanir. Farkedemedigimiz kadar kucukse, cok onemli olmasa gerek.

    Simdi ben niye bunu geveliyorum, soyle ki Koray kardesim daha once bizim blogda bir yorumunda belirttigi uzere cok bati felsefesi kokenli, ve hatta dogu felsefesinin mantigini hic bir sekilde idrak edemeyen bir kardesimiz. Bu tartismada da benim dikkatimi ceken, Koray kardesim o kumulatif ve birikimsel etkinin (sigara kul tablasi, soguk dus gibi) onemsiz degil ama ihmal edilebilir oldugunu, asil onemli sebep-sonuc iliskilerinin daha ust bir baglamda isledigini (siyaset arenasi) savunmasi. Klasik bir bati yaklasimi, misal gp de su anda tam da bu noktadan hareketle kendisini tamamen siyasilere lobi yapan bir organizasyon olarak yapilandiriyor. Asil sebep-sonuc orda isledigine gore, oraya mudehale etmek lazim. Bunun tam karsi kutbunda da grass-roots hareketler yer aliyor, Duygu’nun burada kendi hayatindan baslayarak cevresinde yapmaya calistigi gibi, bireysel olarak kendi hayatinda ufak ufak degisisiklikler yapmak, cevrendeki insanlarin da o degisiklikleri yapmalarini saglamak. Siyasetten uzak, oy bile kullanmadan.

    Simdi tartismanin hakli haksizi, faydalisi faydasizi yok benim gozumde. herkes kendi halinde takilsin kardes kardes. Bu iki yaklasim birlikte gayet varolabilir, ama bir birnin yolunu kesmesine gerek yok, birinin digerini kucumsemesine gerek yok. Ben kendi adima grass-roots hareketler ve insanlarin egitilmesinden yanayim, oy bile kullanmadan buyuk degisimlerin bu sekilde yaratilabilcegine inaniyorum. dogulularin bilgeligine inandigim gibi. Koray simdi bunu da cok olasilik disi bulucak ama: senin hayatinda yaptigin degisimlere sahit olup hayatinda degisimler yapan birisinin hayatinda degisimler yarattigi birisinin cocugu, bu ortamda ve bu ekolojik degerlerle buyuyup toplumda onemli bir yer edindiginde bi oy kullanmakdan cok daha fazla etki yapmis olursun. O gelecektedeki ekolojik degerlerle buyumus olasigi cocuklarin sayisini yeterince artirabilirsen belki aralarindan biri siyasete merak salar. Bir tanesi hatta milletvekili bile olabilir kim bilir. Koray simdi boyle bir hayalle ekolojik mucadele olmaz diycektir, ama demeden once 80′lerde imam hatipleri ve kuran kurslarini acanlari ve onlarin hayal ettikleri turkiyeyi otuz yil sonraki turkiye ile karsilastir. Bir de 60lardan beri inatla mucadele eden sol gelenegi, o egitime ne yazik yatirim yapmamis yapamis sol gelenegin su anki geldigi noktaya bak. dusuncelerini savunacak ilerdeki kusaklara tasiyacak bireyler yetistiremedikten sonra, siyaset arenasinda at kosturmanin alemi yok bence. (bu konuyla iligili daha once daha detayli bir yazi yazmistim, isteyen suraya bakabilir: http://www.prensesemektuplar.com/2009/01/kavramsal-yapilara-pankart-acmak.html )

    Neyse daha fazla uzatmayim, derdimi anlatabilmisimdir umarim.

  27. Gürer said,

    Haziran 19, 2009 @ 09:31

    Nazım beyin yazdıklarını beğendim.

    Siyasete kazanılamayacak bir amaç için çıkmak yanlış olur. Başkalarını lafla ikna etmeye çalışmak boş bir uğraş. Biz değil miyiz talk is cheap, show me the code diyen? Statükoyu da ürkütmemek lazım ayrıca. Bunu karamsarlık değil pragmatizm olarak düşünün.

    Kapımızın önünü temizleyelim bir kere, en azından zaman kazandırır.

    Yapabilenler bilimsel gelişmeye katkıda bulunsun. Daha yüksek verimli bir güneş paneli üretmek mesela, fosil yakıtlara karşı greenpeace vb nin yaptığı herşeyden daha etkili olacaktır. İnsanlar işlerine geldiği zaman bu enerjileri de kullanmaktan çekinmiyor bence. Bozcaada ve Çanakkale’de görmüştüm evvelden, bu sene Datça taraflarında (ki müthiş rüzgarlıdır) da düzinelerce rüzgar jeneratörü kurulduğunu gördüm mesela.

    Fikirlerimizi olgunlaştıralım, bir yerde toplayalım. Belki o tip bir grassroots hareket başarılı olur gerçekten. Başarıyı kendi ömrümüz içinde görmeyi niye bekliyoruz ki? Belgeseldeki aciliyet kısmına kaptırmayın kendinizi. Merak etmeyin dünya çok daha fazla kötü davranışı kaldıracak potansiyele sahip. Önemli olan, zamanın doğru yönde değerlendiriliyor olması.

    En kötü durumda insanlık biyosferin dengesini tamamen bozar ve yok olur. Eh etki geçince doğa da tekrar dengesine kavuşup yeniden evrimine devam eder. En fazla bi iki üç yüz bin yıl kaybetmiş olur. O da doğa için bir saniyecik bir kayıp en fazla :D

  28. koray löker said,

    Haziran 19, 2009 @ 09:33

    Nazım’cığım, ben milletvekili olalım ya da onları etkileyelim demedim. Hatta siyasetten kastımın AKP-CHP ikilemin tadındaki tartışmalar olmadığının açık olduğunu var saydığımı da yazdım, ki yanlış düşünmüşüm, baştan açıklamak lazımmış demek ki…

    Yani, en basitinden batı merkezli bir düşünce sistemi kurgulamaktan kendimi alıkoyamadığım doğru, ama bence sen de öylesin, sadece sen doğu merkezli bir düşünce sistemini daha “şık” bulduğun için öyle yaptığını sanıyorsun. Düşünce yapıları, sistemleri bilincin olmadığı dönemden başlayıp evrilen şeyler ve kolaylıkla tercih ederek değiştirmek mümkün olmayabilir. İmkansız demiyorum tabii, ama batı merkezli bir dünyada büyüyüp, daha doğru olduğuna inanarak doğulu düşünmeyi “öğrenemeyiz” bence… Haliyle bu nokta üzerinden yaptığın ötekileştirmenin işlediğini sanmıyorum. Kaldı ki, beni bununla bütün bir huzur ve tamlık hissi içinde görmeni de istemem, ben bunu bir engelim olarak görüyorum.

    Her mesajda bir parantez açıyorum, ama sanırım uzun yazdığımdan “hızlı okuma tekniği” ile okunuyor, o kısımlar okunmadan tartışmaya taraf ediliyorum. BEN SOĞUK DUŞ ALMAKTAN, ÇÖP AYIRMAK YA DA BAŞKA TÜRLÜ BİREYSEL AKTİVİTELERDEN KÜÇÜMSEYEREK BAHSETMİYORUM. ONLARI VE YAPAN İNSANLARI ÖNEMSİYOR, ÖZEL BİR DEĞER VERİYORUM. Küçük harfe dönerek devam edeyim de vurgular arasında hangisine ne önem verdiğim daha iyi ortaya çıksın. Bu değeri atfetmekle birlikte, bu insanların resmin tamamını göremediğinde, rahatsızlık duydukları sistemi yeniden ürettiğine inanıyorum. Dolayısıyla “elinize sağlık; ama…” demeye çalışıyorum. Cümlenin birinci yapısını kimsenin savunmasına gerek yok. O kısmına laf etmek ne haddim ne de niyetim çünkü…

    Öte yandan, grass-roots ve siyaseti etkileme biçimindeki ayrımın da bence ziyadesiyle yüzeysel. Grass-roots hareketinin bizim kuşak için dönüşüm noktalarının başında yer alan Seattle ayaklanmasının örgütlenişinde vardım. Hani meşhur “internet üzerinden örgütlenene isyan” hikayesini, Türkiye’de internet üzerinde örgütlemeyi deneyen bir zavallıydım. Zavallıydım çünkü memlekette internet henüz hobi düzeyinde yaygındı ve lafımı söylemek pek de bir anlam içermiyordu, ama ben bunu görmüyor, heyecanlandıkça heyecanlanıyordum.

    Hele ki Seattle gerçekleşti ve bildiğimiz sonuçlar gerçekleşti. İnanamıyordum. Kendimi, tek başıma WTO’yu durdurmuş sanacak kadar şımarmasam da, o kadar mutlu olmuştum. Sonra hayat akıp devam etti, ben okumaya, anlamaya çalışmaya, tartışmaya devam ettim. O günlerde netten görünmeyebilen bir şey öğrendim. İşçi sendikaları Seattle’da “ya bu polis baskısı, asker kontrolü sona erer ve tutuklanan göstericileri serbest bırakırsınız ya da şimdi greve gidiyoruz” demese, internetten örgütlenip yaratıcı eylemleriyle Seattle’ı alt-üst eden yüzlerce göstericinin akibeti “çok yaratıcılardı, üç saatte paketlendiler” olacak, önemli bir bölümü bu kadar basit gösteriler nedeniyle kamusal siyasetin dışına atılacak cezalara çarptırılacaktı. Ne oldu, üretimden gelen güç devreye girdi. Şehrin hayatını gerçek anlamda dönüştüren işçiler toplanıp “bu insanlar haklı, bırakın onları” dedi de WTO önünde bir engel çıkarılabildi.

    Demek istediğim tam da bu… Bir yandan tabanı hareketlendirmek ve yatay organizasyonlar kurmak, bir yandan da bu organizasyonları mailgroup düzeyinden, fiili üretim düzeyine taşımak gerekiyor ki dünyanın gidişatında söz sahibi olalım. Söylediğin hiç bir örnek bana yabancı değil, hepsi beni çok heyecanlandırıyor ve birlikte onları yapmaya girişmek istiyorum. Ama onları benim söylediğim alanlara doğru kaydırmak üzere yapmıyorsak havada kalacağımıza inanıyorum.

  29. koray löker said,

    Haziran 19, 2009 @ 11:05

    Bence de en mantıklısı gidip verimli güneş paneli yapmak. Fakat Shell şu anda güneş enerjisiyle ilgili 200 civarında patenti elinde tutuyor. Bundan neredeyse on yıl önce bir araştırma, mevcut üretimin 10 katı panel üretilse, maliyetinin 100 kata kadar ineceğini öngörmüştü. Yani yaygınlaştırmak için yapılacak ufacık bir sübvansiyon ile bedavaya elektrik üretir kadar ucuz kaynaklara sahip olmamız mümkün olabilirdi. Neden olmadı? Patentler!

    Biz bir yandan “talk is cheap, show me the code” diyoruz ama öte yandan e-patentlerin elimizden bilimsel gelişim özgürlüğünü alacağını düşünerek, endişelenerek buna karşı çıkmayı da deniyoruz diye hatırlıyorum. Yanlış mı hatırlıyorum.

    Hadi güneş paneli yapmaya gidelim de bitsin bu tartışma, hem düygü’ye su ısıtırız onunla ;)

  30. Duygu said,

    Haziran 19, 2009 @ 11:12

    Doğu ya da batı felsefesi olarak düşünmemiştim hiç. Fakat iki tane gönüllü proje yönettikten, bir sürü gönüllü iş yaptıktan, laboratuvar ortamında takım çalışması nasıl olur/olmaz biraz gördükten, velhasılı kelam birazıcık hayat deneyimi ile büyüdükten sonra anladım ki, önemli olan hiçbir şey yapmamaktansa bir şey yapıyor olmaktır. Bu bireysel olarak sınırlarını zorlamak olur, organizasyonlara katılmak olur, kendin bir proje başlatıp gerçekleştirmeye çalışmak olur. Ne olursa olur, ama televizyon seyretmemek, tembel olmamak, girişimci, ilerlemeci olmak, insanlarla iletişmek önemli olan.

    Çünkü insan “birşeyler yaptığında” (mesela böyle sikko bir blog yazısı bile yazdığında) bir diyalog doğuyor, iletişim, etkileşim, öğrenme, anlama, tartışma gerçekleşiyor. Doğu felsefesinin “sonucu hemen görünür olmayan süreç” dediği şey bu olsa gerek. Evrende bir kıpraşma yaratmış oluyorsun. Naif duyulmak istemiyorum kesinlikle. Çok önemsiyorum bu konuyu, naif olamayacak kadar da ciddiyim söylediklerimde, bir hippi gibi yaklaşmıyorum buna. Hem bireysel hem organize çabalamak zorundayız. Mesela bu yazı benim bireysel çabama dairdi. Ama aynen Nazım’ın dediği gibi, her iki yaklaşım da birlikte yaşamalı. Ki ben kendi adıma öyle yapmaya çalıştığımı düşünüyorum. Ve amacım her ikisini de çevremdekilere anlatmaya, onları da evrende kıpraşmalar yaratmaya itmek.

    Bütün bunlar olurken -yani evren kıpraşırken-, bir ahenk (harmony) vuku buluyor bence (yine tamamen kendi deneyimlerime dayanarak söylüyorum). Ve o ahengin kaybolmaması çok önemli. İnsanlar malesef kötü haberler alınca, karamsar olumsuz şeyler duyunca bir bıkkınlık ile hiçbir şey yapmamaya meylediyorlar. Ahengi beslemek, büyütmek, bozmamaya çalışmak sanki işin başını çeken, kendini eğitmiş kişilerin kağıtta yazılı olmayan bir sorumluluğu. İşlerin olumsuz tarafından konuşmayacağız anlamına gelmiyor kesinlikle bu. Sadece söylemek istediğimizi anlatırken veya ortaya çıkan engellerle/sorunlarla başa çıkarken aldığımız/alacağımız tavır konusunda bir karar vermekle alakalı.

    Kafamdaki halleriyle bana çok yalın görünen düşüncelerimi buraya dökmekte zorlanıyorum, çok lanet bi durum.

  31. B. Duygu Ozpolat said,

    Haziran 19, 2009 @ 11:30

    Bir örnek vermek istiyorum aslında ama isim vermeyeceğim :)

    Benim içinde bulunduğum ve somut meyvelerini aldığımız, insanların bize teşekkür mektupları attığı gönüllü bir proje var. (Bu projenin dünyayı kurtardığını iddia etmiyorum, ama kendi mikroçevresinde bir faydası olduğuna / olacağına inanıyorum).

    Bu projeyi başlatan kişilerin çoğu bir siyasi hareketin partisine üye insanlardı (ben değilim). Fakat o siyasi kimliklerinden projede hiç ama hiç bashetmediler. Çünkü işe siyasetin karışmaması projenin başarısı açısından çok önemliydi.

    Bu projeye, o siyasi partiye üye bir sürü kişi geldi gönüllü olarak katıldı. Ve işin garip yanı, projede en çok çalışan, projeye en çok faydası olan, disiplinli, vizyonlu kişilerin çoğu bu partililer arasından çıktı.

    Şimdi yukarıdaki bilgiler ışığında varacağım sonuç şu:

    Birisi diyebilirdi ki, partinin savunduğu düşünce sisteminin dünyayı kurtarmasına imkan yok, o partinin var olmasının bile elle tutulur bir sonucunu görmüyor olduğumuzu iddia edenler çıkabilirdi. Konuyu kolay bağlamak adına, varsayalım ki hakikaten bu partinin ne kendisine ne de dünyayı kurtarmaya hakikaten elle tutulur bir faydası olmasın. Fakat sırf o parti içinde kavruldular, sırf orada atıyorum takım çalışması öğrendiler, vizyon edindiler ya da ne bileyim sorumluluk bilincini anladılar diye söz konusu gönüllü projeye gelip manyaklar gibi iyi iş çıkaran insanları düşüyorum. Ve o zaman “sürecin” önemini, faydası hemen görünür olmasa da bişey yapmanın, siyasi ya da değil, bir organizasyonun parçası olmanın önemini anlıyorum. Ama bilmem anlatabiliyor muyum? :)

    Satüko’nun devliği karşısında ise, bireysel ya da organizasyon bazında yapılan her şey aynı cücelikte. Yukarıdaki örnek bireysel bir örnek de olabilirdi.

    Ayrıca yine yukarıdaki örnekteki partilililere “o partide olmanız dünyayı kurataracak bir harekete evrilemez” de denebilirdi :) Ama gerekli mi? Ya da bunu derken nasıl demeli?

  32. Gürer said,

    Haziran 19, 2009 @ 15:12

    Evet, patent konusunda haklısın, kontrol etmeye çalışacaklar tabi durumu. Ancak Özgür Yazılım camiasında bir şekilde bunların etrafından dolanabiliyor değil mi? Hatta onu da geçtim, uzak doğuda elli tane iphone çakması alet geliştirilip üretildiği korsan bir devirde yaşıyoruz :) Arrrrrrrr! :)

  33. lika said,

    Haziran 20, 2009 @ 21:35

    Duygu, birbirinden kaliteli ve guzel bunca yorumu, yuzlerce blog okusak kesfedemeyebilirdik! Farkindaligin tevazu tanimaz baskaldirisinda, kimi dikbasli ve asil, kimi bunyesini soguk suya teslim edecek kadar sefkat dolu evrene, herbiri kendi sokaklarinin bilgesi bunca kisi… Umarim doktora sinavin cok basarili gecer ve ben de sana buradan gonderirim en cok neyi ozlediysen !

  34. Düygü said,

    Haziran 20, 2009 @ 23:54

    Lika… :)

    (Buraya bu güzel sözlere minnetimi anlatan ve senin yorumun kadar şahane duyulabilen bir şeyler yazmak istedim ama olmadı gece gece.) En sade haliyle: “Çok teşekkürler”

  35. Nazim Keven said,

    Haziran 21, 2009 @ 00:47

    Koray kardesim ikidir seninle boyle atisiyorum yorumlar uzerinden, umarim kizdirmiyorumdur seni, kizdirirsam soyle…umut burdayken onunla dalasiyordum, cok da iyi oluyordu cok sey ogreniyordum, simdi de senden ogrenmeye calisiyorum….

    Siyaset arenasinda akp-chp duzlemini kastetmedim, milletvekili olalim da demedim, sadece birikimsel etkilere bir ornekti o, ornekleri cogaltabilirsin…keza dogu dusunme sistemine sahip oldugumu da iddaa etmedim (simdi buradan hepimizin icinde bir buda olma potansiyeli var, hic bir zaman gec degil diye gevelersem bak o zaman at kafama klavyeyi tasi tenceriyi) tabi ki, aristo mantigi, baticil dusunme pratigi hepimizin kafasina yerlesmis durumda o kadar kolayda beyinin kodlarini degistiremiyorsun. ama ote yandan, dogulu abilerin hakli oldugu bir nokta: o sekilde hareket etmen icin illa da o kafa yapisina sahip olman gerekmiyor. bizim inancla iliskimiz de cok sakat tabi, musluman bir ulkede ‘modern’ bir birey olarak yetismekten ileri gelen bir durum, ama dogularinin tabiri ile inancla bilgi (knowledge by faith) denen bir mevzu var. Soyle neutral bir ornek vereyim, doktora gittiginde adamin diplomasini, onun gecerliligini, gercekten tip okurken okula gidip gitmedigini vs. kontrol etmezsin di mi? niye etmezsin, cunku cok zahmetli ve neredeyse imkansiz bir is. Adamin doktor olduguna inanirsin(varsayarsin), ve o inancla adamin sana verdigi recetede ki ilaclari alirsin. Inancla bilgi boyle birsey, hic bir tibbi bilgin olmadan adamin doktorluguna sorgusuz sualsiz inanip hastaligina care buluyorsun. Gundelik hayatimizdan yuzlerce bu tadda ornek verebilirsin. Benim yaptigim da benzer bir sekilde dogulularin bilgeligine inanip, onlarin verdigi receteleri koru korune uygulamakdan baska bir sey degil. Bati kafa yapisinda da olsam, bu onlarin dediklerini yapamayacagim anlamini gelmiyor. Bu kumulatif etkileri goremiyorum, ama sanki ordalarmis gibi hareket ediyorum, anlik etki-etkisizliklerden umursuzluga kapilmiyorum.

    Seatle ornegin de tam benim dedigim anlik etkilere fokus olmaya geliyor, kendini zavalli gibi hissetmen, sadece yarattigin veya yaratamadigin anlik etkilere fokus olmandan kaynaklaniyor. Benim dedigim de biraz daha genis bak, misal sen o zaman onlari yaptin, sonra wto surecilerini seatle’i ve o yaptiklarini gp’de iken Tuna ben gibi toyoglu toylara buyuk bir heyecanla anlattin, biz de gaza geldik ama caktirmadik, yillar sonra o etkilenimlerimizle simdi biz de kendi capimizda bir seyler yapip gazlara geliyoruz, muhtemelen gine hic bir anlik etki olmayacak ama birileri de belki bizden gaza gelip daha guzel bir seyler yapicaklar…toplumda bir dalga, kritik bir buyukluge ulasana kadar boyle etkisiz bir bicimde salinmaya devam edicek….

    Seatle orneginin geri kalaninda tamamen anlasiyoruz zaten, evet uretimde soz sahibi olanlar destek olmazsa, orta sinif bebelerin yapacaklari havada kalir, evet bunlar bir birine paralel gitmeli…ama orda isciler destek olmasalardi bile o yapilanlar bosa gitmezdi seninle ayri dustugumuz nokta o…o zaman sadece belki seatle hareketi orda dogmazdi, gider ne biliyim bir iki yil sonra vancouverda veya ne biliyim abu dabi de dogardi…yapilan o kadar haksizligin, insanlarin duydugu o ofkenin seatle’da bir grup iscinin destek verip vermemesine indirgeyemeyiz…bir grup dener 1 saatte paketlenir….ondan ders alan bir grup 6 ay sonra baska bir yerde dener 2 saatte de paketlenir….ondan ders alan bir grup 1 yil sonra dener ve 3 saatte paketlenicekken bir grup iscinin de kafasi atar ve olaylar gelisir :)

    velhasil, parmaga degil, parmagin isaret ettigi yone bakmak lazim…spesifik ornekleri bile nasil bir sebep-sonuc iliskisi, nasil bir zaman ve uzam olceginde degerlendirdigimiz onemli….

  36. koray löker said,

    Haziran 23, 2009 @ 09:36

    Birbirimize epey benziyoruz galiba Nazım’cığım. Sen de yumuşak yumuşak yazarken arada bir aparkat çıkarıp klavyeye yöneltiyorsun beni, benim de -dendiğine göre, bilerek yapmıyorum- arada yaptığım gibi :) Eğlenceli bir hal… ve elbette kızdırmıyorsun beni, olur mu hiç öyle şey?

    Mesele bunları konuşmak, tartışmak, bağıra çağıra gerektiğinde… Çekinmeden, sakınmadan… Çekinip sakınmaya gerek yoksa, bir noktaya vardığımızda daha çok ikna olmuş kendini “yenilmiş” hissetmez, utanması gerektiğini zannetmez falan da o noktaya varmak kolaylaşır diye düşünüyorum.

    Bu arada bunları konuştuğumuz sıralarda eski kumpanyacılardan özgür bir haber yayınladı,

    http://ozgurgurbuz.blogspot.com/2009/06/atk-yaglar-denize-doken-mavi-bayrakl.html

    Türkiye’de atık yağ toplamanın ne kadar ağır işleyen bir süreç olduğu söyleniyor. Haberde yazmayan, dünyada bio-dizel merakı başlayalı beri, doymak yerine yağını alıp arabaya koymak için yetiştirilen tahıl ürünlerinin kapladığı alanlar da açlığa katkıda bulunmaya başlamış. Tıpkı sığır yetiştirmek için kullanılan merada yetiştirilmesi olası tarım ürünlerinin daha çok insanı doyurması hesabı gibi…

    Bu anlamda, zaten hiçbir işe yaramayan, üstüne üstlük atık suyu ciddi biçimde kirleten bir nesne olan “atık yağ” hadisesi yaygınlaştırılması güzel bir hikaye mesela. Herkes 5lt. dolana kadar evde eski patlıcan, balık ıvır zıvır kızarttığı yağları toplayıp, bu adamları çağırıp verse şahane olur. Böylece kolektörlerdeki çamurlarda ortaya çıkıp suları temizlemesini umduğumuz bakteriler bu yağlar yüzünden yok olmaz, sular daha kolay temizlenir…

  37. B. Duygu Ozpolat said,

    Haziran 23, 2009 @ 15:13

    Bu arada artık soğuk duştan çok uzaklaştık ama Ahmet bugün şu makaleyi görmüş:

    Adapted cold shower as a potential treatment for depression.
    Shevchuk NA.

    (Med Hypotheses. 2008;70(5):995-1001. Epub 2007 Nov 13.)

    Depression is a debilitating mood disorder that is among the top causes of disability worldwide. It can be characterized by a set of somatic, emotional, and behavioral symptoms, one of which is a high risk of suicide. This work presents a hypothesis that depression may be caused by the convergence of two factors: (A) A lifestyle that lacks certain physiological stressors that have been experienced by primates through millions of years of evolution, such as brief changes in body temperature (e.g. cold swim), and this lack of “thermal exercise” may cause inadequate functioning of the brain. (B) Genetic makeup that predisposes an individual to be affected by the above condition more seriously than other people. To test the hypothesis, an approach to treating depression is proposed that consists of adapted cold showers (20 degrees C, 2-3 min, preceded by a 5-min gradual adaptation to make the procedure less shocking) performed once or twice daily. The proposed duration of treatment is several weeks to several months. The following evidence appears to support the hypothesis: Exposure to cold is known to activate the sympathetic nervous system and increase the blood level of beta-endorphin and noradrenaline and to increase synaptic release of noradrenaline in the brain as well. Additionally, due to the high density of cold receptors in the skin, a cold shower is expected to send an overwhelming amount of electrical impulses from peripheral nerve endings to the brain, which could result in an anti-depressive effect. Practical testing by a statistically insignificant number of people, who did not have sufficient symptoms to be diagnosed with depression, showed that the cold hydrotherapy can relieve depressive symptoms rather effectively. The therapy was also found to have a significant analgesic effect and it does not appear to have noticeable side effects or cause dependence. In conclusion, wider and more rigorous studies would be needed to test the validity of the hypothesis.

  38. B. Duygu Ozpolat said,

    Haziran 23, 2009 @ 15:16

    Gerçi bu çalışmayı “insignificant” sayıda, “depresyon teşhisi konmasa da depresif semptomlar gösteren” insanlar üzerinde yapmışlar. :)

    Yani Türkçesi: “Biz de soğuk duş depresyona iyi geliyomuş diye duyduk, ama istatistiksel açıdan anlamlı bir veri yok elimizde. yine de araştırmaya değer” diyolar.

  39. koray löker said,

    Haziran 23, 2009 @ 15:18

    Acaba beterin beteri var terapisi olarak mı uyguluyorlar? Zıplaya, titreye çıkıp “ben de hayattaki sorunları kafama takıyordum” falan diye… (ben de ne sıcak su meraklısı çıktım arkadaş…)

  40. B. Duygu Ozpolat said,

    Haziran 23, 2009 @ 15:27

    Ya o kadar da kötü değilmiş soğuk duş. Ben de zaten çevreyi taktığımdan değil, depresyonuma çare bulayım, çok uzun bi ömür sağlıklı filan yaşayayım diye kocakarı ilacı hesabı… :)

  41. koray löker said,

    Haziran 24, 2009 @ 03:30

    Bu arada http://www.ecofont.eu/ecofont_en.html adresindeki icat da beni çok eğlendirmiştir. Harflerin içine boşluklar koyulmuş bir font, böylece özellikle ofis ortamındaki yoğun baskı faaliyetlerinde mürekkep kullanımını hatrı sayılır şekilde azaltıyor, ama sonuçta gözle görülebilecek bir fark neredeyse olmuyor.

    Tavsiye ederim…

  42. koray löker said,

    Haziran 24, 2009 @ 03:31

    Okunaklılık açısından fark olmuyor tabii, yoksa lunapark fontu gibi ortası boş boş görüyorsun kağıtta, pek komik bir font…

  43. B. Duygu Ozpolat said,

    Haziran 24, 2009 @ 08:33

    ay harigaymıştı.

  44. baratrion said,

    Haziran 28, 2009 @ 17:31

    Koray’in buyuk resim, BUYUK RESIM!!11 diyerek anlatmaya calistigini derli toplu olarak sunuyor gibi dusundugum zeitgeist orientation guide’i izlemeyen varsa yapistirayim dedim. Hic olmadi ilk kisim monetary economics, icinde bulundugumuz ve iman ettigimiz seyin neye benzedigini anlatmaya yardimci oluyor.

    http://dotsub.com/view/a34fba0d-4016-4807-b255-021b58dbc9a4

    Dolayisiyla sistemin entropisini daha iyi anlarsak, daha genel, kapsayici ve belki de daha saglikli onerilerle gelebiliriz. Bu bizi son ekonomik durgunluk ustune donen “finans sektorunun krizi” ya da devlet tedbirleri artinca “gordunuz kapitalizm bile devletlesiyor, dememis miydik” tarzindaki sig yorumlardan kurtarir; butunun icindeki genel karakteristik ve kulturu gormemize yardimci olur. Zeitgeist’i gorenlerin aklina “parayi ortadan kaldirmak gibi utopyolar mi hacim?” gelebilir, onu kastetmiyorum. (Yine de bunun bir oneri olmadigi anlamina gelmez, utopya sozcugunu insanlarin cloud-cuckoo-land’inden daha anlamli buluyorum.)

    Cevre konusunda ise: Buradakiler (Danlar, genelde kuzey ahalisi) cevre konusunda inanilmaz duyarli ve aksiyonda gorebileceginiz (devlet, birey) sayisiz ornekler var:

    - Bisiklet dostu, bisiklet commute olayi
    - Inanilmaz yuksek otomobil vergileri
    - Hemen hemen her markette metal kutu, sise geri donusum makineleri (isterseniz indirim fisi veriyor, isterseniz bagis yapin)
    - Musluktan su iciyoruz, yakin zamanda klor kullanmaktan bile vazgectiler (http://bit.ly/o4OIn)
    - Ruzgar panelleri verimli (http://en.wikipedia.org/wiki/Wind_power_in_Denmark)
    - Su damgayi tasiyan her urun ekolojik denetimden gecmis durumda, her urunde yok tahmin edebileceginiz gibi (http://bit.ly/oK3nW)
    - Kuresel iklim degisimi zirvesine ev sahipligi yapacaklar (http://unfccc.int/2860.php)
    - DONG Energy, Project better place ile Danimarka’da elektrik arabalarina gecisi hizlandirmak ve gerceklestirmek icin anlasma imzaladi (http://en.wikipedia.org/wiki/Project_Better_Place)

    Her seyin disinda insanlarin genel bakis acisina ornek acisindan: Baska bir ofise gectigimizde, isiklandirma icin belediyenin kullanmadigi sokak lambasi basliklarini kullandik, iclerine enerji dostu ampuller koyduk. Tuvaletlerde kotu kokulari giderici havalandirmalar oluyor genelde. Kimisinde isik ve havalandirma ayri anahtardan aciliyor, sayisiz kere havalandirmanin acik birakilmasi sonucu, mail listesine “yapmayin etmeyin, hangi anahtar hangisi bilmiyorsaniz diye, uzerlerine etiket koydum, yok eger tuvaletten ciktiktan sonra koku iyice gitsin diye acik birakiyorsaniz da gelin bi zahmet 10 dakika sonra kapatin!!!11″ seklinde bir e-posta dustusmustu.

    Nereye baglayacagim? Dunyada bircok toplum boyle olsa ne olacak bekliyoruz? Savaslar olmayacak cocuklar seker de yiyebilecekler mi? Dunyadaki herkes bugun az enerjili ampul taksa bunun yaratacagi etki ne kadar? Atmosfere salmagidimiz karbonun, oksijen zararlisi insan gorunumlu organizmanin artisi arasindaki baginti nedir? Israfin azaltilmasindan dogacak kazanc nereye kullanilacak? Sikindirik egitim ogretime ogretmen yetistirmeye mi, islemeyen saglik duzenlerine hemsire yetistirmeye mi?

    Iklim degisimi ve yenilenebilir eneji konulari da pekala toplum meselesi olmaktan cikip, buyuk devlerin masalarinda newbiz’e donusebilir, ki olacak da. Exxon’in dunyanin 18. en buyuk ekonomisi oldugu bir dunyada, Shell’in patentleri konusuna deginmek, sistemi bir butun olarak expose etmek belki de bir suru baska seyden daha anlamli oluyor. Yoksa surdurulebilir kelimesi, kar surdurulebilir oldugu surece surecek anlamina gelecek ve belki de sistem, bu trendden yeni devler piyasaya surecek. Mesela, su danimarka sirketlerinin adlarini daha sik duymaya baslayabilirsiniz yakinda:

    http://bit.ly/1tp86t
    http://vestas.com

  45. B. Duygu Ozpolat said,

    Haziran 29, 2009 @ 17:26

    Zeitgeist hareketi videosunun Türkçe altyazılı versiyonu için:
    http://video.google.com/videoplay?docid=6059179993079178774

    Henüz ilk 40 dakikasını izledim (izlemeye devam ediyorum ama Türkçe’si var mı diye merak ettim). Video benim görüşlerimi şu noktaya kadar tamamen yansıtıyor :)

  46. Akide said,

    Ağustos 4, 2009 @ 06:29

    Merhaba,

    Ben belgeseli Ntv de izlediğimde o kadar çok etkilendim ki ,belgesel bittiğinde ” tanrım ne yapabilirim ki …” dedim kendi kendime.Kısa kısa önlemler almak geliyor hemen insanın aklına ,suyu israf etmeyeyim,kullandığım kağıt peçeteler,boş sayfalar ,daha bilinçli kağıt tüketeyim daha az ağaç kesilsin gibi.Ama daha sonra çevreme baktım ve dehşete kapıldım.Ben suyu idareli kullanıyım derken karşımdaki oto yıkamacı şarıl şarıl günün 12 saati nerdeyse suyu kapatmıyor bile.Benim bir arabam yok ,etrafa kirli eksoz gazı filan salmıyorum ama Amerikada ki kullanılan büyük motorlu jeep leri görünce ve Amerikanın Kyota anlaşmasını imzalamayan ender ülkelerden olduğunu öğrenince insan gerçekten çağresizim hisine kapılıyor.Çevremdeki arkadaşlarıma sordum.Belgeseli hiçbiri izlememiş.Ne kadar reality şov varsa,ne kadar magazin programı varsa izleyen çevrem ,belgeselden bi haber.Böyle olunca facebook taki kendi sayfama belgeseli tanıtmak için bir iki belge toplayayım derken sizin blogu fark ettim.İnanılmaz sevindim.Yanlız olmadığıma çok mutlu oldum.Yazıları ve yorumları okumadan birşeyler yazıp paylaşmak istedim.Bundan sonra sizi takip edeceğim.Çok teşekkürler.

  47. Akide said,

    Ağustos 6, 2009 @ 06:06

    Sevgili Duygu Hanım ;
    Bugün iş arasında fırsat buldum ve arkadaşların yorumlarını tek tek okudum.İnanın ne düşüneceğimi bilemedim kafam alak bullak oldu:)) haliyle..Ben Türkiyede yaşıyorum,4 yıllık ünüversite mezunuyum.Ve genel olarak hiçbir zaman bananeci bir insan olmadım.Bir önceki mesajımda da yazdığım gibi bir belgesel izledim ve çevremdekileri de izlemeleri için teşvik amaçlı araştırma yaptığım sırada bloğunuzu fark ettim.Bir heyecan bende duygularımı paylaşmak istedim.Ama yazılanları okuyunca keşke ben hiç yazmasaydım diye düşündüm.Konu çok basit ve yalınken (çözüm demiyorum çünkü bu saatten sonra bir çözüm olabileceğinide düşünmüyorum ) o kadar karmaşık bir hal almışki başlanılan noktadan bence daha geriye bile gidilmiş :) ( yada ben de bıraktığı duygu bu oldu ).Eminim ki yazan arkadaşlar ve siz küresel ısnma ve çevre hakkında oldukça iyi derecede bilgi donanımına sahipsiniz.Ama önemli olan, buzullar eriyor kardeşim yada ülkede elden gidiyor bak denildiğinde aval aval bakan insanların dilinden konuşabilmek.Basit olabilmek belkide.Bende biliyorum benim bir oyumla yönetimin değişmeyeceğini ya da daha az plastik kullanarak, suyu az tüketerek dünyayı kurtaramayacağımı.İnsanlar seçim zamanını tatil olarak değerlendirip gezerken ve oy kullanmazken ,ben niye ısrarla ve ısrarla istediğim yönetimin gelmeyeceğini bile bile yıllardır oy kullanıyorum.Karşımdaki oto yıkamacı suyu şarıl şarıl akıtırken ben niye duş alırken sıkıntıya düşüyorum.Adamın toprağı yabancı bankaların elinde ipotekli iken ve geri alması pek mümkün görünmüyorken ,onun toprağı için niye ben daha çok sorumluluk hissediyorum….Umut için…Yapmak zorunda olduğumu hissettiğim için ,belki de ben elimden geleni yaptım diyebilmek için yapıyorum.VE çevremi de bu şekilde motive etmeye çalışıyorum ve onlar da kendi çevrelerini ve diğerleride kendi çevrelerini…ve çocuklarımızı…
    Konu ister çevre olsun ,ister siyaset ne olursa olsun, halkın gözünde görüp konuyu o şekilde aktaramadığınız sürece kendi içinizde tartışır durursunuz ve birde bakarsınız ki “sürünüz uçurumun kenarından atlamak üzere ve ne yazık ki sizde tam ortasındasınız.” Saygılarımla

  48. meren said,

    Ağustos 6, 2009 @ 09:28

    Sevgili Akide,

    Tartışmaları çok yüzeysel değerlendirmişsiniz bence. Bu yorumlarla tartışma başlanılan noktanın gerisinde bitmediği gibi, yorumlar okuyacak birisinin bu konularda kafa yorulması gereken daha pek çok şey olduğunu görmesi açısından önemli.

    Öte yandan zaten çok güzel özetlemişsiniz,

    Karşımdaki oto yıkamacı suyu şarıl şarıl akıtırken ben niye duş alırken sıkıntıya düşüyorum.Adamın toprağı yabancı bankaların elinde ipotekli iken ve geri alması pek mümkün görünmüyorken ,onun toprağı için niye ben daha çok sorumluluk hissediyorum….Umut için…

    Evet, umutlu olmak lazım. Buradaki kişilerin bir çoğu da katlandıkları külfete umutlu oldukları için katlanıyorlar.

    Fakat şu sözünüz de bir o kadar yanlış bence:

    Yapmak zorunda olduğumu hissettiğim için ,belki de ben elimden geleni yaptım diyebilmek için yapıyorum.

    Buradaki yorumların yarısı insanlar “elimden geleni yaptım” deyip rahatlamadan önce iki kez düşünsünler diye yazılmış yorumlar. “Elimizden daha çoğu gelebilir, şu an olmuyor. Fakat fırsat kolluyoruz, umutluyuz” demesi gerekli insanın, çevresini de bu şekilde eğitmeli bence. “Elimden geleni yaptım” demek İsrail bombardımanında ölen Filistin’liler için ağlayınca elinden geleni yaptığı psikolojisine giren insan davranışına benziyor. Bu kadar yazışma bu nüans içindi zaten bir noktada.

    Selamlar.

  49. Akide said,

    Ağustos 8, 2009 @ 05:08

    Sevgili Meren Hanım ;

    Elimden geleni yaptım demek,” tamam artık ben yaptım, benden bu kadar,daha ne olsun demek değil ” en azından benim için :)) .İnsanın gücü yettiğince yaşadığı süre içerisinde yapabileceği daima birşeyler vardır ,yada gücünün yetmeyeceği şeyler olduğu gibi.Araştırdıkça,sordukça ,öğrendikçe merak ettikçe bilirsiniz bilmediklerinizide.Ama bunları ne kadar çok insana aktarabilirseniz yaptıklarınızın sonucu o kadar etkin olur,başarılı olur.Benim anlatmaya çalıştığımda buydu.Bildikleriniz çok derin olabilir,konuya çok da hakim olabilirsiniz.Siz bunları basit bir dille çevrenize halka anlatamıyorsanız eğer yapabileceklerinizi tam olarak yaptım sayamazsınız kendinizi.Ama bunu anlatırken baz olarak alacağınız adam en cahil adam olmalı ,onun dilinden konuşamazsanız işte benim gibi gider gider oy kullanırsınız sonuç aynı olur.Ben alışverişlerimi semt pazarından yaparım , adam genelde meyveyi sebzeyi poşete koymaya çalışırken ” gerek yok, bak hem senin için israf hem çevre için ” dediğimde adamın hoşuna gidiyor.Çevre çok umrunda olduğu için değil ne kadar az poşet verse o kadar az masrafı olacak çünkü :)) Ama kafasının bir yerine sokuyorum ben o cümleyi ,bakıyorum benden sonraki müşteride aynısı yapıyor.Sen ,ben, yukarıda yazan arkadaşlar zaten biliyorlar ne yapacaklarını ama biz % kaçlık dilimiz acaba.Hele Türkiye içinde ,adamın üzerinde oturduğu atasından miras kalan toprakları,özgürlüğü umrunda değil ,çevre mi umrunda olacak.Dışarıdaki eğitimsiz adamı bir yana bırakalım ünüversite mezunu benim çevrem bilmiyor durum nedir.İşte ben de bu noktada araştır,öğren, aktar yolundan gitmeye çalışıyorum.Umuda gelince ,evet umut daima olmalı .Hayallerini yemiş insanlarla çevrelenmiş bile olsak daima umut edecek birşeyler olacaktır.
    Yanıtınız için tekrar teşekkür ederim.Saygılarımla

  50. kağıt peçete said,

    Eylül 16, 2009 @ 02:30

    slm

  51. mine said,

    Aralık 22, 2009 @ 13:14

    benim aradığım konu bu deil yaw alla allah ……………..!!!!

  52. Halilcan said,

    Kasım 12, 2013 @ 20:42

    Daha iyi bir insan olmak için elimden geleni yapıyorum yuvam ve insanlık için ..

RSS feed for comments on this post · TrackBack URI

Yorum yapın