Sinirsek Biyolokum’un öğretmenlik meaceraları
Akademisyen olmaya dair beni en çeken şeylerden biri derslere girmek ve öğrencilerin o çok sevdiği, çok “kafa” bulduğu, çok bilgili ama eğlenceli, sınavlarda yaratıcı sorular soran, Facebook’tan arkadaş olarak eklemek için yarıştıkları (tamam o zamanlar Facebook yoktu, ama anladınız siz beni) farklı bir hoca olma düşüncesiydi.
İnsan bir şeylerin başında ama içinde değilken, o şeylere dair algısı ne kadar gerçekle alakasız olabiliyor. Ya da çok uzak gelecekteki halimizi hayal ettiğimizde, gelecekteki benliğimizin çok çok değişmiş olabileceğini, şartların bambaşka olabileceğini illa ki gözden kaçırıyoruz, zira kabullenelim ki, öylesi kudretli bir öngörü yeteneğine sahip olsa idik bu dünya zaten bambaşka bir yer olurdu.
ODTÜ’nün dersliklerinden birinde oturmuş dinlediğim hocayı gelecekteki ben için kendime örnek alırken, ya da sevmediğim bir hoca ise onun yaptığı neleri yapmayacağımı aklımın bir köşesine not ederken, bu “öğretmenlik” işine dair hislerimin ve fikirlerimin henüz ben o 40larındaki profesör pozisyonuna gelmeden temelden değişeceğini, ya da akademik hayata atılacağım ülkenin şartlarının, geldiğim ülkeden çok ama çok farklı olacağını ve deneyimin de dolayısıyla çok farklı olacağını nereden bilebilirdim?
Louisiana Eyalet Üniversitesi’nden (LSU) Tulane Üniversitesi’ne (TU) geçeli tam iki sene oldu bu hafta. Köleliğimin sona erişi ve gerçek bir Batılı demokrasisinde kendimi buluşumun üzerinden iki sene geçmiş. Bu iki sene boyunca, iki seneye nasıl sığdı diye şaşırmama sebep olacak derecede çok şey oldu, bunlardan diğerleri ile karşılaştırınca biraz sönük kalmasına rağmen burada bahsetmek istediğim şey ise, öğretmenlik deneyimini sonunda yaşamış olmam.
Öğrenci psikolojisi ile öğreten psikolojisi arasındaki o geçiş ne zaman yaşanıyor, farkına bile varamıyorsunuz. Burada bir dönem öğrenci labında asistanlık yaptım. 1 sene boyunca da laboratuvarda benimle çalışan bir lisans öğrencisine katlandım (evet katlandım, lanet olsun sana Chris, gelicem bu konuya).
Moleküler Biyoloji laboratuvarı’nda yaptığım asistanlık, o hep hayalini kurduğum süperstar olma zamanıydı. Saygı duyulacaktım, hastası olunacaktım, vereceğim bilgileri kaçırmamak için öğrencilerim beni pür dikkat dinleyeceklerdi. Empati kurmayı iyi bilirim, onların neleri anlayamacağını tahmin edebiliyorum diye düşünerek büyük bir heyecanla labın başındaki 20-30 dakikalık teorik ders anlatma kısımlarına hazırlanmaya başladım.
Ama problem şuydu ki, süper star filan olunmuyor elalemin dilini konuşmaya çalışırken, bu bir. O tahtaya çıkmış, aslında hakkında ne kadar az bildiğini birilerine öğretmeye kalkınca fark ettiğin o konuyu anlatmaya çalışırken, bir de anadilini konuşmuyorsan, araya komiklik şakalar sıkıştırma işini unut. Komiklik şakalar yoksa, süperstarlık da yok zaten. İkincisi, sen bu işin hayalini kurarken zamanında senin karşına çıkan ve yarım yamalak İngilizce konuşarak ders anlatmaya çalışan diğer asistanlardan iyi olacağını, bir güneş gibi doğacağını, “yeeaaahh, orrraayyyt, neeaaww where vi wör?” diyerek sükse yapacağını sanmıştın. Güzel. Ama elalemin Amerika’sında çıkar o tahtaya, senden önce ders anlatan Çinli’den daha iyi konuştuğunla avunursun anca. O bakımdan süperstar olayımızı zaten unutuyoruz.
Sonra başlıyorsunuz o sevmediğiniz öğretmen tipine dönüşmeye. İnceleyelim:
1) “Benim zamanımda bu olanakların hiçbiri yoktu, çok şanslısınız değerini bilmiyorsunuz” klişesi.
Burada, bizim ODTÜ’de sahip olduğumuzdan 800 kat daha çok malzemeye, alete sahip öğrenci laboratuvarları. Mesela şu aşağıda gördüğünüz alete mikropipet deniyor:
Mikrolitre boyutunda sıvı hacimleri ölçerek tüplere aktarmaya yarayan bu alet (fikir vermesi açısından bir gözyaşı damlası herhade 20-25 mikrolitre filandır, göze ve ağlayana göre değişir tabi ama yaklaşık konuşuuyorum, bu kadar sorgucu olma be okur, bırak örneğimi vereyim, bi rahat bırak, neysaaa bu aletler 0.2 mikrolitreye kadar inebiliyor), bir tamirci için tornavida ne ise, bir cerrah için neşter ne ise, bir moleküler biyolog için de öyle vazgeçilmez, öyle elzem, olmazsa olmazdır. Buna rağmen, ben ODTÜ’deki eğitimim boyunca bu aleti yalnızca bir kere elime almıştım. Almanya’da gittiğim staj olmasa, muhtemelen de o kadarla kalacaktı. Yani olanaklar açısından aradaki farkı görebiliyorsunuz değil mi? Zengin piçi versus taşralı bebe durumları.
Ne çok defa bu “benim zamanımda, benim geldiğim ülkede…” lafını etmemek için kendimi zor tuttum bir bilseniz. Bu lafı etmemiş olmam hiçbir başarı filan değil malesef. Belki öğrencilerin gözündeki iki gram “cool”luğumu korumayı becerebildim bu lafı etmeyerek, kendime hakim olarak, ama bu düşünce aklımda dolandı durdu, problem de orada, o noktaya nasıl geldim? O tahtaya öğretmen rolü ile çıkınca, hevessiz öğrenciler karşısında hevesini kaybedince insan nasıl da o sevmediği stereotipe bürünüyor… O metamorfozun yaşandığı yerde hepimizin olayları birbirimizin perspektifinden görebileceğimiz bir rüya alemi olsa keşke. Orada birkaç dakikalık saygı duruşunda bulunsak, herkes birbirini anlasa, mesela bu konuların ne kadar önemli, anlaşılınca zevkli olduğunu filan idrak etseler. Hadi onlar hiçbir zaman benim yerimde olmadılar. Ama ben onların yerinde oldum. İşte bunu düşünürken farkediyorsunuz (hatırlıyorsunuz): çoğunun tek derdi iyi not alıp geçmek ve aslında bu onların hatası değil. Bu sisteme alıştılar, bu sistemde büyüdüler ve işte karşımdalar. Bütün ezberleri nasıl bozacağım? Altı üstü bir laboratuvar dersi için bunu deneyecek enerjim var mı?
2) Öğrenciyi notla terbiye etme isteğinin başgöstermesi.
Bir heyecan ile hazırlandığım derslere girmeye başladığımda ilk klişe ile çoktan karşılaşıyorum: “Bunlardan hangisi sınavda çıkacak?” Ben o anlattığım konular için önceki gün diğer asistanların aksine sırf size ilginç gelsin, sırf siz daha iyi anlayın diye saatlerce ekstradan vakit harcayayım, konunun ilginçliğinin heyecanı ile anlatayım (bak, diğer ruhsuz örtmenler gibi değilim), sonra “sorusu olan?” diye sorduğumda bana siz bunu sorun öyle mi? Adaletin bu mu lan dünya? O anda içinizden dünyanın en kazık sorularını sormak geçiyor işte sınavda. (Sordum mu? Hayır, sormadım. Yine kendime hakimiyet, ne gadderrrr iradeliyim. Oturdum eğlenceli, gerçek hayattan örnekler içeren sorular hazırladım. Süper sorulardı bence, değerini de bilmişler midir bilmiyorum, allah belanızı versin). ===> Ha işte bu psikolojine ne ara giriliyor? Ne ara “diğer tarafın adamı” olunuyor?
Mesela sorduğum sorulardan biri şuydu:
The gel picture below shows the result of a real experiment performed by Dr. Alex Palazzo (a postdoctoral fellow in Harvard Medical School) in 2006. He first isolated mRNA and then mixed 500ng of this RNA with either:
- buffer (100mM KCl, 10mM Tris buffer pH7.4)
- 1ul of DNase (1mg/ml)
- 1ul of water applied to sweaty skin
- 1ul of saliva (collected from a labmate)
- a single strand of hair (again collected from labmate)
- a 5mm long toe nail shaving (again from labmate)
- 1ul of RNase (1mg/ml)
Comment on the results (What are the positive and negative controls? Why did he choose to mix RNA with each of these? You can comment on the results you see in each lane of the gel. What does the brightness or the size of the bands mean? Why did he get such results? Etc…)
Daha ne yapayım, sınav kağıdında “tüpürük” “ayak tırnağı pinçiği” lafları geçiyor, iki gıdım gülün diye hepsi. (Burada RNA ile uğraşırken eldiven kullanılması ve çok temiz olumaya çalışılması gerektiği bilgisi yeterli. Zira derimizdeki, oramızdaki buramızdaki RNA parçalayıcı enzimler hemencecik yok ediyorlar bizim ayrıştırmaya çalıştığımız RNA’yı. Böyle kuru kuru “RNA ile uğraşırken nelere dikkat edilmesi gerekir yazın” diye bir soru da sorabilirdim mesela. Ama sormadım. Maksat pratikte bu bilgilerin ne işe yarayacağına dair öğrencinin bir fikri olsun.)
Efenim bakıyorum bu konuda çok doluyum. Daha uzar gider bu yazı, daha çooook anlatmak istediklerim var bu konuda. Son olarak bir de Chris’ten bahsedeyim ve kapatalım bu konuyu.
Dediğim gibi bir de kendi laboratuvarımızda bir Chris’imiz var(dı). Kendisinden sizlere daha önce bahsetmiştim. Tam bir erkek çocuğu, dağınık ve özensiz ökküz herifin teki. Ama akıllı çocuk, istekli çocuk filan diye aldım ben bunu yanıma. Bir sürü vakit harcadım, eğittim filan. Adama yeni teknikler öğretirken ben zamanında bunları öğrenirken bana anlatılmamış olan her şeyi anlattım, her türlü numarayı gösterdim ama adamda hiperaktivite mi var, ilgisiz mi çözemiyorum, zira ben iki dakikadan fazla konuşursam ve o kendisi araya hiç ilgimi çekmeyen bir takım anılarını sıkıştıramazsa gözüme baka baka başka alemlere dalıyor. Lan oğlum kimse anlatmaz bunları sana, bir bilsen ben ne kadar bilgiliyim, bir görebilsen şu hamlığını da nasıl bir cevhere denk geldin anlasan. Ama yok. Böylesi değer bilmez bir öğrenci düşecekmiş meğer bana. İlk dönem hiç memnun kalmadım. Fakat başkaları gibi olmayayım dedim. Zira insanların bir çoğu, böyle rahatsız durumlarda iletişim kurmak yerine (zor çünkü) kaçınma yolunu seçiyorlar, öğrenciyi başlarından def ediyorlar. Ben başkaları gibi olmayayım, bu çocuğu adam gibi karşıma alayım konuşayım dedim. Bir de biliyorum ki ben de çok şey bekliyor olabilirim, çok mükemmeliyetçiyim, çocuğun kapasitesine göre fazla istemiş olabilirim, fazla beklemiş olabilirim.
Çektim bunu, “bak Gıriscan” dedim. “Geçtiğimiz dönemki performansından memnun kalmadım, ama belki de seni fazla zorlamış olabiliriz, belki de vaktin olmadığı halde vakit yaratmaya çalışıyorsun bir yandan derslerin filan var. Sonra verdiğin sözleri tutmuyorsun, yapıcam dediğin deneyleri yapmıyorsun, ben zorda kalıyorum. Ya da aceleyle iş yaparken deneyleri yalap şap yapıyorsun, bundan hiç memnun değilim. Sana bir şans daha vereceğim. Önümüzdeki dönem, kendi programını yapacaksın. Otur düşün a Gırisim, gadasını aldığım, otur güzeeelce düşün, ne kadar vakit ayırabileceğini iyice hesap et. Ve bana tutmayacağın sözler verme. Az iş yaparsan problem değil. Yeter ki düzgün yap. Bir de çok ukalasın (evet dedim bunu). Ben senden kaç yaş büyüğüm, senin ne kadar zeki olduğunun farkındayım ama zamanla sen de göreceksin ki her şey zeka ile olmuyor. Deneyim de çok önemli. Benimle bir takım teknik konularda inatlaşmazsan çok sevinirim (içimden: saygısız dangalak).”
Efenim tabi Chris kardeşimiz hemen yalvardı, tamam söz veriyorum akıllı olcam dedi. Haa, ama gördük ki, kimi insanlar kendilerine verilen şansların değerini bilmiyor, öyle bir narsizm ile dolu oluyorlar ki, kendilerinden yüz kat bin kat bilgili insanlara ukalalık taslarken, abuk subuk bilgiçlikler yaparken*, çevrede onları dinleyenler karşısında nasıl da küçük düştüklerinin farkına varamıyorlar (bunu siz onlara söyleseniz bile anlamıyorlar). Bu oğlan hakkaten dayanılmaz, sinir bozucu bir öğrenci çıktı. Ben yine de kendisini notla terbiye etmedim. Bastım A’yı. Ama bu dönem artık hadi yallah dedim. Ve bir gram geribildirim vermedim bu defa. Gördüm ki benim o güzel çenemi yormaya bile değmez buna. (“He is full of himself” derler bunun gibilere buralarda). Kendisi de “ama niye?” diye sormadı, “ben de almicaktım bu dönem lab dersi zaten” dedi. Ahayyt, yalana bak.
Velhasılı bana çok darıldı eleman, benimle konuşmuyor şimdi dümbelek. Geçen gelmiş labdaki başka bir arkadaşa “Bilmemnerden burs verdiler banaaağğğğğ” diye bağıra bağıra anlatıyor, normalde gelir bana anlatırdı. Gurulu ama fakir genç edebiyatını yesinler, Gıriscan! Hadeee hadeee.
İşte yine o an düşündüm. O gıcık olunan asistan mı oldum ben şimdi? Süper star değilim neden?
Ve anladım ki, zerre kadar üzmüyor bu durum beni. Çünkü elimden geleni yaptım. İnsanlarla hiyerarşik ilişkilerde bu tip hislerin yaşanması kimi zaman kaçınılmaz olabilir demek ki hayatta. Başka biri için bir süperstar olabilirdim, ama bu çocuğun bunu görecek gapasitesi yohhhh! Yohhh! Ne edek!
Bir sabah, huzursuz rüyalardan uyandığında Düygü Samsa, kendini bir hoca larvasına dönüşmüş olarak buldu…
——–FİN——- (or is it?)
(dipnot * Şimdi bu Gıriscan’ımız, özellikle bir tıp okuluna kabul aldıktan sonra iyice ükelağğ, iyice çekilmeğğğz bir hal aldıydı. Mesela, adeta kendisine “yok sen okulunu okuma biz direkman doktor diploması vericez sana, mükemmelsin, hastalar kapında dizilecek” demişler gibi bir hava ile dolaşan Gıriscan efendinin günlerden bir gün bana, o engin ukala tavrı ile şunu demişliği vardır: “Babam hep, evlilikte eve gelir getirmesi için karına hiçbir zaman güvenmeyeceksin” diye öğüt verir bana”. Ben de kendisine “Aferin, ne kadar seksist ve gerikafalı bir ailen var, sen de bunu sanki önemli bir şeymiş gibi bana söylüyorsun” demiştim. Hemen 180 derece dönüp, yok aslında şöyle böyle diye gevelemişti. Seksist köpek seni. Gelip bir de bana söylüyorsun bunu ya. İleride benimle çalışma ihtimali olan küçüklerime buradan sesleniyorum. O seksist düşünce kırıntılarınızı kendinize saklayın bir zahmet, kafanızı kırmayayım evladım, tamam mı? Gelip orda doktorasının doruğunda bir kadına, daha diplomasını almadığınız doktor kimliğinizin verdiği güçle, “evlilikte kadın nasolsa eninde sonunda evde oturup bebelere bakacak” edebiyatı yaparsanız, o kadın kafanızda hidroklorik asit şişesi parçalar allah göstermesin. Emi canım? Hah.)
The gel picture below shows the result of a real experiment performed by Dr. Alex Palazzo (a postdoctoral fellow in Harvard Medical School) in 2006. He first isolated mRNA and then mixed 500ng of this RNA with either:
- buffer (100mM KCl, 10mM Tris buffer pH7.4)
- 1ul of DNase (1mg/ml)
- 1ul of water applied to sweaty skin
- 1ul of saliva (collected from a labmate)
- a single strand of hair (again collected from labmate)
- a 5mm long toe nail shaving (again from labmate)
- 1ul of RNase (1mg/ml)
Comment on the results (What are the positive and negative controls? Why did he choose to mix RNA with each of these? You can comment on the results you see in each lane of the gel. What does the brightness or the size of the bands mean? Why did he get such results? Etc…)
Betul said,
Ocak 20, 2010 @ 19:04
Su son paragrafin aklima hemen sunu getirdi: http://www.youtube.com/watch?v=fIpJ7bI0xEE&feature=related
(Uzerine bir makale yazmak istedigim yurdum reklamidir kendileri)
sezen said,
Ocak 20, 2010 @ 19:07
Merhaba Duygu Hanım;
Yazılarınızı uzunca bir süredir takip ediyorum. Esasında Meren’in fotoğraflarına bakardım, sonra sizi daha çok okur buldum kendimi:)
Bugün yazdıklarınızda ise öylesine bir tanıdıklık hissi vardı ki yazmadan duramadım.
İTÜ’de araştırma görevlisiyim. Derse girdiğim zaman çocuklara herşeyin en iyisini anlatmak için çabalıyorum. Aynen o mikropipetin ODTU’de zor bulunması gibi biz de bazı şeyleri burada bulamıyoruz, bulduklarımız az sayıda olabiliyor falan ama bunlar genelde devlet üniversitesi sıkıntıları deyip kabulleniyoruz. Gene de öğrenciler için elimizden geldiğince eğlenceli hale gelsin dersler diye de çabalıyorum. Hayır superstar olmayayım önemli değil de bari öğrencilerim bu kadar enteresan olmasa demeye başladım. Üç saat ders anlatıyorum, soru çözüyorum ve öğrencim bana “hocam dereceyi dakikaya nasıl çeviricem ki ben” diyor. Bu kimin suçu ki? İlkokulda öğrenilen bir bilgiyi üniversitede bile hala bilmeyen birisine elektrik mühendisliği anlatsanız ne olacak?( O çocuk buraya nasıl gelmiş o ayrı bir sorgulama) Bir de süper star olacağım, espriler yapacağım falan bunun üzerine öyle manasız geliyor ki.
Uzuznca bir soru çözüyorum, bunu çözmeyelim sınavda sorulmayacak diyorlar, sanki sınavdan sonra gerekmeyecekmiş gibi. Yıllar geçtikçe (Esasında daha da üç sene oldu, doktoramın doruklarında değil henüz başlarındayım ama) o gıcık asistanlara ister istemez dönülüyor. Sınav kağıtlarında gittikçe daha da çok puan kırılıyor, abuk sabuk sorulara cevap verilmeye çalışılmıyor, google’a bile sorsalar cevabını alabilecekleri şeyleri gelip hiç araştırmadan size soran öğrencilere lütfen çalışıp gelin ben sizin devrenizi çalışmakla yükümlü değilim ki deniliyor. Yani esasında gittikçe gıcıklaşılıyor. Ama bazen merak ediyorum, masanın o tarafını da ne kadar çabuk unutup hemen hoca oluveriyoruz.
İyi çalışmalar
Sezen
ebru said,
Ocak 20, 2010 @ 19:19
Senin icini rahatlatacaksa sunu soyleyeyim: sosyal bilimlerde de durum ayni. Ohh, hikayeler anlatir ogrencilerin sevgilisi oluveririm falan yok; bir sey ogrenmelerini istedigin anda populerlik bitiyor. Ustelik notlandirmada 2+2=4 gibi sonuclar degil argumanlarla ugrastigimizdan (dogru/yanlis yok genelde) sirf odevi teslim etmis olduklari icin 10 puanlik odevse 10 puana “entitled” goruyorlar kendilerini. Isin yoksa anlat niye 5 puan kirdigini.
Reklam yapmis gibi olmak istemem ama senin bu Chris elemani benim sorunlu ogrencilerimi hatirlatti, surada bir ornek var paylasayim istedim: http://cilginsapkaci.wordpress.com/2009/11/17/sorunlu-ogrenci-profili-1/
Ogrencilere de ogretenlere de gani gani sabir diliyorum :)
B. Duygu Ozpolat said,
Ocak 20, 2010 @ 19:53
Ebru yav, okudum ve inanamadım. Nelerle uğraşıyorsun. Vayyy. Bunlar Türkiye’de gelmez ama işte insanın başına bence. Küçükten asker gibi yetiştirilip, otoriteden ürken yavrular olduğumuz için :)
Bu arada, benim bu Gıris denyosu bir dönem beni “gönüllü çalışıyorum ben senle ki” diye manipüle etti, sonra gitmiş ders olarak eklemiş, dönem sonunda da “A alıyom di mi?” dedi. Şeytan dedi ver şuna bir “C”. Yine de “A” verdim, zira sözünü tutmuş, iş yapmıştı o dönem biraz. Bir de böyle benim bu durumu çakmadığımı sanışı var, off.
gülfer said,
Ocak 20, 2010 @ 20:38
Ben geçen sene ilk derste syllabus ve course info dağıttıp dersi anlattıktan sonra tam sınıftan çıkmalarına doğru şunu da dağıtıp dilinizi biliyorum, haberiniz olsun diye bi sevimlilik yapmıştım. gerisi geldi mi sevimliliklerimin, hayır. dediğin gibi, anca hata yapmadan ders anlatmayla cebelleşiyor insan. nerde espiri nerde şebeklik!
http://www.phdcomics.com/comics/archive.php?comicid=1082
B. Duygu Ozpolat said,
Ocak 20, 2010 @ 20:40
Gülfer, harika fikir :) Bir daha ders verdiğimde ben de yapacağımdır!
Murat E. said,
Ocak 21, 2010 @ 04:21
Anlaşılan o ki, amerikada herkezin derdi aynı. Kuzenimin kanadalı eşi (kendisi de moleküler biyoloji profesörüdür) en son görüşmemizde uzun uzun öğrencilerinden ne kadar nefret ettiğini ve üniversiteye sadece sarhoş olup partilemek için geldiklerini anlatmıştı. Hatta sözlerini “These idiots don’t do anything other then waste their parents money, education should be a privilege not a right” diye bitirmişti. :) (meali: Bu aptallar velilerinin parasını çarçur etmek dışında hiçbirşey yapmıyorlar, eğitim hak değil ayrıcalık olmalı) Benim ise şöyle bir teorim var (Amerikan üniversiteleri için). Aynı devlet ünivesitesinde hem lisans hem master ve hatta masterda TAlik yapmış biri olarak şunu gözlemledim. Bir sürü aptal yabancı öğrenci var (yerlilerin de çok zeki olduğu söylenemez ama onlar 2000-3000 dolara okudukları için konumuz dışındalar) ve bunlar çok büyük paralar vererek geliyorlar bu okullara. Irkçılık yapmak gibi olmasın ama özellikle asyalıların içinde süper zekaların sayısı mevcut imajın çok altında. Baya büyük bir zengin ve dangalak popülasyonu var, bunlar genelde kopya ve yalakalıkla işlerini hallediyorlar. Aynı şey türkler için de söylenebilir büyük ihtimalle. Ben mesela verdiğim bi lab dersinde aynı 2 kişiyi 3 kere lab raporlarında kopya çekerken yakaladım ve bakın yapmayın çok bariz bi şekilde çekiyosunuz anlaşılıyor beni aptal yerine koyarak yapmayın bari ben de aldım bu dersi falan diye uyardım. Tabiki inkar ettiler. En son adamlar partner olarak yapmaları gereken ve raporlarını ayrı ayrı yazmaları gereken final labinin raporunu birbirlerinden habersiz gidip aynı kişiden çekmişler. Cümleleri” A is similar to B” yerine “B is similar to A” diye değiştirip sayıların sırasıyla oynayıp verdiler. Önce herifleri aldım önüme bu kadarda salak olunmaz kopya çekmenin de bi adabı vardır diye ders verdim. Sonra da nazikçe bütün dönem boyunca sürekli uyardığımı ama umursamaz davranışlarına devam ettiklerini söyledim. Beni gereğini yapmak zorunda bıraktıklarını falan anlattım. Utanmadan hocam n’olur D verip bizi dersi tekrarlamak zorunda bırakma diye ağladılar. :) Neyse dersin prof’una gittim hocam durum böyle böyle ben bunları uyardım ama sonuç ortada falan diye raporları verdim. Herif neyse son karar senin ama istersen F ver seneye bi daha alsınlar dersi dedi. Tahmin ettiğim ve bir amerikalıdan beklediğim gibi aman tanrım nasıl böyle bi sahtekarlık yaparlar falan gibi aşırı bi tepki göstermedi. Bu olaydan ve 6 sene boyunca gördüğüm diğer dangalaklıklardan çıkarttığım sonuç da aslında bu dangalakların benim gibi grad öğrencilerinin falan parasını ödedikleri için bir gereklilik olduğu. Tamam çok fazla bağış yapılıyor amerikada üniversitelerin zaten çok parası var falan ama bence bu da bir kaynak olarak bilinçli olarak kullanılıyor. Özellikle public üniversiteler tarafından.
Bu yüzden çok idealist olmamak gerekiyor bence. 100 kişilik sınıfta 3-5 kişi bişey kapsa kardır. Zaten çoğu iş bulmak için bi gereklilik olduğu için gidiyor üniversiteye bişey öğrenmek istedikleri için değil.
Sinan AYHAN said,
Ocak 21, 2010 @ 04:52
Sevgili meslektaşım,
Daha doğrusu hocam demek istiyorum çünkü sizin kadar okuma başarısı gösteremedim ben biyolojiyi :)
Farklı bir iş yapmaya karar verdim, yaşam şartları işte. Seçtiğim iş gereği insanlara eğitim vermekle geçiyor artık hayatım ama görüyorum ki biyolojiyi seçme nedenlerimiz aynı olduğu gibi idol öğretmen rolleri de aynımış.
Öğretme işinin içine girdikçe aslında idol bir öğretmen olunduğu sürece iyi bir “eğitimci” olunamadığını anlıyorsunuz. Çünkü birini eğitmek, onun düşünce ve davranışlarını değiştirebilmek için öncelikli olarak ona, aslında sizin de onun gibi olduğunuzu göstermeniz gerekiyor. İnsanlar ancak kendileri gibi olanlardan bir şeyler alıyorlarmış. Hababam Sınıfı’nda Mahmut Hoca’nın yapmak istediği şey aslında doğru ama yapma şekli hep yanlışlarla doluymuş, bunu öğreniyorum ben şu anda :)
Bir Kayserili’nin yalnızca Kayserili esnaftan alış-veriş yapması, ya da yoldan geçen herhangi birine sormazmışız bir sorun karşısında ne yapmamız gerektiğini; tanıdığımız, güvendiğimiz birisine akıl danışırız, fikirlerini önemseriz’miş. İşte bu yüzden, öncelikle onlardan biri olmalı ve bunu onlara göstermemiz gerektiğinin altı çiziliyor sürekli. “Kitapçası” empati ama empatiden daha da fazlası bence.
Onlarla yaşamak, onlar için yaşamak; hatta bizler ve onlar kavramını hissettirmemek gerekiyormuş. “Bu size lazım olacak yerine” Bu bilgilerle BİZ, bu faydaları sağlayacağız, bunları yapabilememiz için “bize” temel oluşturacağı için paylaşıyorum {size anlatıyorum değil, paylaşıyorum’muş}.
Bu nokta işin püf noktası, ana yemek, bunlar da yemeği lezzettirecek garnitürleri şeklinde sunmakmış. Nasıl ki soğan salatası ya da yeşil salata olmadan balığın tadı olmaz, bu bilgiler sınavda çıkmasa bile vereceğim bilgileri özümlemezsek BİZ, balığın tadını alamayız’mış.
…şeklinde yaklaşmalıymışız.
Bilgiyi onların kullanacağı şekilde vermeye özen göstermeliymişiz. Balığı sevmeyen kişileri de düşünerek kimlerin ne yemek sevdiğini öncelikle sınıfa sorup onların verdiği örneklerden yola çıkmalıymışız mesela. Yani siz ortaya bir sorun çıkartıyorsunuz ve sınıfın buna bir çözüm bulmasını istiyorsunuz’muş. Tüpürük sizin oraya soktuğunuz bir şeyse kimse için önemli olmayacaktır. Fakat sınıfta bir öğrenci söylemiş olsaydı mesela tüpürüğü, ve sınıfta bu tüpürük noktasında hem fikir olduysanız soruyu doğru yapacak kişi sayısı daha da artacaktır.
Tabii bunu yapabilmek içinse sınıfta uyumu yakalamak gerekiyormuş. Çünkü herkes aynı yapıda değil bildiğimiz gibi. Birçok kriter işin içine giriyormuş burada.
Mesela “yaklaşımcılar”, “uzaklaşımcıları” belirlemek. Bir konuyu en az iki yönerge ile ifade etmek gerekiyormuş.(Tüpürüğü eğer sınıfta cebe koyduysak, sınfta tüpürük konusunda hemfikir olmuşsak).
Yaklaşımcılar için örnek:
[Elviden "takarsak" steril bir preparatımız olur. Örneklemimiz sağlıklı olur] şeklinde örneklerken
Uzaklaşımcılar için örnek:
[Eldiven "takmazsak" preparat içinde tüpürük kaçacak ve deney başarısız olacaktır] gibi örneklemek gerekiyormuş.
Tıpkı şey gibi. “Telefonumu değiştiriyorum çünkü bunun yeni bir modeli çıkmış” yani yeniye yaklaşım ya da “Telefonumu değiştiriyorum çünkü elimdeki model artık eskidi” eski telefondan kötü şeylerden kaçma isteği gibi, oysa ikisinde de eski telefondan yeni bir telefona geçiş var’mış :))
ya da hızlı anlayanlarla yavaş anlayanları orta noktada buluşturma, hızlı anlayanlardan faydalanıp hem kendinizi yormamak, hem sınıf içi iletişimi artırmak hem de hızlı anlayanların anladıklarını pekiştirmeleri için hızlı anlayanlara konuyla ilgili örnekler vermelerini sağlayabilirsiniz ya da bir kez de onların anlatmalarını. İlk defa anlattıkları için mecburen yavaş anlatmak zorunda kalacaklar ki konuşma hızı düşünce hızından daha yavaştır, bu sayede yine hızlı anlayanlar üzerinden nerelerin tam anlaşılmadığı konusunda da fikriniz olacaktır.
Yine konuyla ilgili ödevler vererek yani araştırarak öğrenmeyi kolaylaştırabilirsiniz. Araştırmayı seven kişilerin anlamalarını kolaylaştırmak için. Sınıf içi sunum yaptırabilirsiniz anlatarak anlayanlar için, iyi anlayanların anlamayanlara kafede sizin ısmarladığınız kahve sponsorluğunda atlatmasını isteyebilirsiniz, özel dersle anlayanlara.
Onların güvenini kazanmak adına birlikte ders dışında oturup hayatı paylaşabilirsiniz’miş.
Basit ama dikkat isteyen şeylermiş bunlar. Ben de şu an bu konularda kendimi eğitmeye çalışıyorum ki hitap ettiğim kişilerin düşünce ve davranışlarını değiştirebileyim ama kabul ediyorum ki zor oluyor.
Bu konuda “Eğitme Sanatı” tarzında kitaplar mevcut. Çok daha detaylı ve ilginç örnekleri bu tür kitaplarda bulabilirsiniz. Dersler bu sayede daha keyifli bir şekilde geçiyor.
Gıriscan için aslında yapılacak pek bir şey yok, eşek sudan gelene kadar dövmek faideli olabilir zannımca ama anladığım kadarıyla hayalperest bir insan, ikiziler burcu gibi adam başlı başına. Hayallerinin içine işi sokmak faydalı olabilir sanki. Bunları da yaptığında daha başarılı olursun. Herkes tapar sana, ben de hayranım zaten senin bu tavırlarına ama yapamıyorum işte şu deneyleri bi yapsana hadi Gıriscan’ım benim. Hadi bakim. ASLAN ASLAN. KOÇÇCUM BE! Ne kaçmış senin elinden gerekirse 3 gün uyumadan çalışabilirsin sen.
Heyt be!
{Kendim bile gaza geldim, evet artık işime döneyim ben}
Dip not:
Size gelince de, siz ki ODTÜ’de topu topu iki kere mikropipet elinize almış olmanıza rağmen taaa gavur ellerinde ders anlatır hale gelmiş, geliştirmişiniz kendinizi bi Gıriscan’ın mı üstesinden gelemeyeceksiniz? Başarılar dilemiyorum çünkü bu temenniye ihtiyaç olduğunuzu zannetmiyorum :)
Duygu said,
Ocak 21, 2010 @ 12:34
Ben kimi zaman bu İnternet günlüğünü niye tutuyorum, niye yazıyorum diye kendimi garipsiyorum. Sonra yazdığım bir yazıya yukarıdaki gibi harika yorumlar geliyor ve hatırlıyorum, kollektif bir öğrenme biçimi bu benim için :) Yorumlara çok teşekkür ederim.
Murat E, haklısın burada öğrencinin “üniversitenin müşterisi” olması durumu da dinamikleri çok değiştiriyor. Ama eğitim paralı ya da değil, bir takım öğrenci öğretmen çekişmelerinin, arada bir duvarın ortaya çıkıverişinin her yerde olduğunu düşünüyorum. Kopya konusunda söyleyeceğim çok şeyler var aslında, ama benim genel tavrım umursamamak oluyor, bunun da sebepleri var fakat belki bir yazı yazarım başlı başına bununla ilgili.
Sinan Ayhan Hocam (birbirimize hocamlı hitap edeceksek asıl ben size hocam demeliyim :) bu yazdıklarınız için ne kadar teşekkür etsem az. Benim öğretmenlik deneyimim çok az (söz konusu lab için bir dönem asistanlık yaptım neticede, sonrasında zorunlu olmadığım için bıraktım), malesef eğitim konusunda kaynakları okumaya vakit bulamıyorum ama yazdıklarınız benim için çok aydınlatıcı oldu.
Haklısınız, “kafa” öğretmen her zaman en faydalı en verimli öğretmen olmayabiliyor malesef. Sizin söylediklerinizle doğrudan alakalı değil ama, bende şunları çağrıştırdı bu konu: geçmişe dönüp baktığımda, çok otoriter olduğu halde konusuna inanılmaz hakim olan, bizi sürekli zor engeller aşmaya iten öğretmenlerimi büyük bir saygı ve sevgi ile hatırlıyorum. Otoriter olduğu halde iyi bir insan olduğunu, kendinden yaşça küçük insanlar (biz öğrenciler) üzerinden ego tatmin etmeye çalışmadığını bilirdik. Böyle bir öğretmen olabilmek için, insanın konuya çok ama çok hakim olması gerekiyor. Problemlerin bir kısmı da, maalesef, öğretmen rolündeki kişinin anlattığı konuya hakim olmaması (özellikle lise, üniversite ve ötesinde daha belirginleşiyor bu) yüzünden ortaya çıkıyor. Zira, 1) Kişinin kendisi anlamadı bir şeyi bir başkasına anlatması imkansız. 2) Aslında bilmediğinin öğrenciler tarafından anlaşılmaması endişesi başgösteriyor. Öğretmenlerin çoğunun hırçınlığı buradan kaynaklanıyor zannımca. Sonuç olarak, herkes için en kolayı gibi görünen ama öğrenme açısından en verimsizi, bilgilerin ezber listelerine dönüştürülmesi, öğrencinin bunları ezberlemesi, öğretmenin de bu ezber listelerinden kolayca standart sınav soruları hazırlamaları.
Gıriscan’ı benim motive etmem gerçekten çok zordu. Zira, çocukta ciddi bir megalomanlık ve sürekli çevresindekilere öğütler verme eğilimi var. Ama buna rağmen yukarıda çizdiğim tablo kadar korkunç değildi aslında :) Mesela bir aşamada, benim işime yarayacak olan deneyleri yapmaktan çok sıkıldığını farkettim. Laba yeni alınan MicroCT Scanner diye bir alet vardı, çok minicik örneklerin (embriyoların) kemik ve kıkırdaklarının “scan”lerini yapıyor, bir çeşit X-ray gibi diyebiliriz ama üç boyutlu sonuç veriyor. Çok az laboratuvarın böyle aletler alma imkanı var. Dedim ki, Gıriscan, bak sen diğer deneylerden sıkılıyorsun, gel sen en iyisi mi bu aleti öğren. Hem ileride tıp okulunda havasını atarsın, bu senin ileride işine yarayabilecek birşey, ama ben bilmiyorum bunu çalıştırmasını, tamamen yalnızsın, kendin keşfedicen, ben de sana yardımcı olurum. Hakikaten de keşfetti, biraz uzun sürdü, biraz iteklemem gerekti ama o dönem gerçekten çok verimli geçti. Gel gelelim, ertesi dönem sıkıldım yeni proje ver deyince, ben de mecburen sevmediği teknikleri kullanacağı bir proje verdim (laba her dakika MicroCT gibi aletler alınmıyor). Bu arada farkettim ki, artık aslında canı labda deney yapmak filan istemiyor, sırf ben A veriyorum diye alıyor dersi. Çok canım sıkıldı. Aklım yine “bu dünya üzerinde lisans öğrencisi olup bu fırsatlar kendisine verilse sevinçten geberecek bir sürü taşralı bebe var” düşünceleriyle doldu. Galiba biraz kişiselleştirdim durumu, şimdi bunları yazarken hatamı daha net görebiliyorum. Velhasılı, labda daha fazla çalışmayı haketmiyordu bence ya da kendisine yeterince şans ve vakit verilmişti, yeterdi. Fakat aramızdaki yaş farkını, onun ne kadar genç olduğunu unuttuğum ve ona kızdığım için kendime kızmıyor değilim :) Bunları da öğreneceğim zamanla sanırım! Bir sonraki Gıriscan için “DOs and DONTs” listem hazır :)
Tokatci Hikayeleri #1 « Sapkadan Cikan Tavsanlar said,
Ocak 21, 2010 @ 14:24
[...] · Yorum Yapın Aslinda yazacagim bir sonraki yazinin dun biyolokum’un isyankar yazisindan aldigim feyzle, Sorunlu Ogrenci Profilleri #2 uzerine olacagini dusunuyordum. Kismet yeni bir [...]
B. Duygu Ozpolat said,
Ocak 21, 2010 @ 17:00
Bu arada bir de şöyle bir şey var: http://www.npr.org/templates/story/story.php?storyId=122526518
Hayalimdeki eğitim sisteminde böyle dersler var :)
Anonim Hayatlar said,
Ocak 22, 2010 @ 04:11
Ah ahh bunca senedir okuyorum şurayı bu bir ilk galiba
düygü hanım dolmuş dolmuş taşmışsınız şu son mesajla :) chrisin adresi ne girişelim mi ?
Murat E. said,
Ocak 22, 2010 @ 05:57
Tekrar selam,
Sanki kopyacıların baş düşmanıymışım gibi bi yorum yazmışım ama durum öyle değil. Lise hayatımın tamamı üniversite de çoğu derste özellikle amerikan sisteminde kopya sayılan aktivitelerde bulunmuş biriyim ben de nihayetinde. Yani tabi plagiarism falan gibi değil de daha çok ödevleri beraber yapma, sınavda göz ucuyla arkadaşınla cevapları karşılaştırma gibi :) Hatta birlikten kuvvet doğar mottosuyla abartılmadığı sürece öğrenme sürecine faydalı olduğunu düşünüyorum, en azından benim için baya olmuştu zamanında. Olayı anlattığım derste herkez ilegal aktivitelerde bulunuyordu zaten ama bu bahsettiğim elemanlar gelip labde 3 saat uyuyup sonra tam rapor getiriyorlardı. Hatta bir tanesi dönemin ortasında falan osiloskobun açma kapama düğmesinin nerede olduğunu bulamamıştı. :) Derse en ufak ilgi gösterenleri çok bariz yakalasam bile görmezden geliyordum. Mesela derste baya ilgili bi fratboy arkadaşımız başka bi sessionda sorulan quiz sorusunun cevabını eklemişti raporun sonuna, artık kimden çektiyse :). Bu tür şeyleri ben de umursamıyordum zamanında kendim de yapmıştım zaten umursasam biraz ayıp olurdu. Ama hocayı aptal yerine koymak yanlış. Bu bilgiyi de paylaşıyım da üzerimdeki gaddar hoca imajınından kurtulayım.
Hatta ne kadar şahane bir insan olduğumu yine aynı derste yaşanan şu olayla anlatmak istiyorum. Dersin 2. haftasında 2 yeni öğrenci geldi sınıfa klasik ders programı uyumsuzluğu nedeniyle, bi tanesi güzelce bi kız. Bir elektrik mühendisliği sınıfında kız olması zaten garip bir durum ki bi de güzelcesi olsun. Bu kızı çekingen bi çocuk vardı sınıfta onun yanına koydum. Sonra bütün dönem boyunca kızın yanında çocuğa bunu çok süper düşünmüşsün, raporun şahane olmuş falan diye binbirtürlü iltifatlar falan. Nihayetinde final haftasında bu ikisini kampüste el ele dolaşırken gördüm. Bu muhteşem başarımın sonucunda da kendimi kutlamak için A curve’ünü baya bi kastırarak çocuğun A alabileceği şekilde yaptım, kız zaten rahat A alıyordu.
Belki kimse hiçbişey öğrenemedi sınıfımda ama en azından yeni bi aşk doğurdum bayık bi devre analizi labinden. Böyle şahane bi insanım işte…
baratrion said,
Ocak 22, 2010 @ 18:24
meren yorumu yapıp gideceğim. “Bence idealist bir insanın sistemi değiştirmeye kabiliyeti, sistemin entropisinin o insanı kabullenme çarkının içine sokma mukavemetinden daha aşağıda kalıyor.”
Şaka bir yana, ileride Türkiye’ye gelirsen ey güzel yingem, öğretme işinde tatmin olabilirsin aslında. Amerika’da o işler biraz yaş görünüyor. Sen araştırmalara devam et, bir de böyle içten, sıcacık anlatmaya, yazmaya.
Erdal said,
Ocak 23, 2010 @ 21:59
Selam,
Ameraika’da ”ah bu imkanlar bemim meleketimde olsa” , Türkiye’de olsanız ”ah bu imkanlar benim zamanımda olsaydı” diye devam edecek.Bu hep böyledir ve hep böyle devam edecek.
Moonshine said,
Ocak 25, 2010 @ 12:59
Duygu,
Bence Turkce ogret ve ogrencilerden soyle enfes cevaplarla karsilas:
http://gece1.blogspot.com/2009/05/neden-turkce-ogreniyorsunuz.html
:)
Duygu said,
Ocak 25, 2010 @ 15:42
Moonshine, nasıl Türkçe öğretmeye başladın? Harika fikir! Yabancı diller bölümüne gidip ben Türkçe öğretmek istiyorum mu dedin? :)
Bir ders kitabından mı yararlanıyorsun? Meraklar içinde kaldım :)
Moonshine said,
Ocak 26, 2010 @ 00:17
Soyle diyelim: Ben halihazirda zaten yabanci diller ve kulturler bolumu’nde doktora yapiyorum (Near Eastern Languages and Civilizations tam adi) Boyle olunca bolumun yabanci dil derslerinde ogretim uyesi olabiliyoruz (anadilimin Turkce olmasi da yardim etti bayagi tabii ki:) Ama Turkce’yi bilmek yetmiyor tabi, once kendime “ogretmeyi ogrettim”.
Ders kitaplari var evet, bir kac tane. Onlari kullaniyoruz. ama arada sirada youtube’dan da dizi, klip filan da izlettigim ya da bir Turk restoranina da goturdugum olmuyor degil :)
Sevgiler
Moonie
Düygü said,
Ocak 26, 2010 @ 00:26
Eh sen işin doktorasını yapıyorsan sana tabiy buyur gel öğret derler. Ben elimin hücre biyolojisi ile gidersem “dur yavaş gel saçın başın dağılmasın” derler :)
Ne güzel etmişsin ama, öğrencilerinin yazdıkları müthiş :)
Nihal Engin Vrana said,
Ocak 30, 2010 @ 17:08
Merhaba Duygu,
Oluyor zamanla merak etme, hatta cok tatmin edici anlar da yasatiyor insana. Ondan bildigin gibi devam et, yalniz yazdiklarin uzerine bir kac nacizane tavsiyem olacak:
1) Dil yaresi: Bir yabanci dilde ne kadar gelismis olursan ol zeka yasin bir 4-5 sene geriliyor. Ondan wordplay’le komik olma sansi az. Ondan isi slap-stick’e dokmek gerekiyor; ingilizcenle ilgili self-conscious olmayip tersine olani da bilincli bir sekilde one surmek, Turk aksani kendi icinde cok komik bir sey mesela, iyi sonuclar dogurabiliyor. Ben bu noktaya Life and Death of Peter Sellers’i izlerken ulastim, o pembe panter karakterini o kadar komik yapan o garip fransiz aksani, onu ozel kiliyor. Turk bir cok irlandali icin mistik bir sey, eminim amerikalilar icin de oyledir, ona oyna biraz. Farkettim ki, anlattiklarina ilgi duyabilmeleri icin once sana ilgi duymalari gerekiyor.
2) Doya doya “bilmiyorum” demek: Bilmeme tedirginligi ve hircinligina birebir cozum. Bir de buyu gibi ayrica, bir kere soyledin mi bilmedigin sey de azaliyor sanki bunu soyleyince. Bir de en onemlisi ogretmen kimligi bir rol, ve onun gercek sen olmasina gerek yok. Olayi hali saha maci gibi gorunce, hem sen daha rahat oluyorsun hem de ogrenci senin rahatligindan dolayi daha bir ilgili oluyor.
3) Karanlik sahne teorisi: O kadar emek harcadiktan sonra, ogrencinin daha ne deneyi yapacagini dahi bilmeden gelmesi, ogrencinin bu sinavda cikacak mi demesi insana tabii koyuyor ama bence bu filme gidip misir patlagi yemek ya da opusmekle ayni durum. Duruma asimetrik bir yatirim var, sen ogretmen olarak ciddi bir emek sarfediyorsun ama ogrenci parasini vermis, biletini almis gelmis ve de aynen oyle davraniyor. Ondan yonetmenler gibi davranmak gerekiyor, insanlarin sevecegi dersi degil kedni eglendigin dersi anlatmak; sen kendin eglenirsen bir sure sonra onlar da eglenmeye basliyorlar zaten.
Benim en kotu lab deneyimim, St. Patrick gununden sonraki laba gelecke 12 ogrencinin de sizmasi ve beni sap gibi bekletmesi 1.5 saat. Hepsini birakinca, bolum baskani bizimle konusmaya geldi “Biz de partiye gittik biz gec kaldik mi?” diye sonradan ne kadar garip oldugunu farkettigim bir cikis yapmistik bir ispanyol arkadasla, amca bize zorla labi yine yaptirdi ama sonunda.
So bir feel good hikayesi, Irlanda’dan ayrilirken insanlarla vedalsmak icin bulusuyordum, o aksamlardan birinde pub’da 2 sene once dersine girdigim bir kiza denk geldim. Merhaba dedim, sen benden ders almistin degil mi? (Asimetrikligin bir de bu yonu var, onlar snei hatirliyor ama sen onlari hatirliyor musun? genelde hatirlamiyorum ben, ama bu cok soru sormustu.) Evet dedi, iste konustuk biraz, son senesiymis master yapmayi dusunuyormus ekonomik krizden dolayi falan ( insanlar boyle motivasyonlarla geliyorlar bir de mesela) sonra ayrilirken dedi ki “Excel’de gosterdigin numaralar cok isime yaradi sonradan, hatta daha dikkatli dinlemedigime uzuldum” ben de “eyvallah” dedim icimden ve bosuna ugrasmiyoruz dedirtti bana.
Ha iki gun sonra sacini basini yoldurtan bir sey oluyor yine ama, guzelide oluyor yaw; ondna deger ugrasmaya :)
Saglicakla kal kolay gelsin,
Engin
süleyman said,
Ocak 30, 2010 @ 18:27
Ne zamandır takip etmeyi bırakmıştım sizi düygü hanım tam iki sene sonra ne okuyayım kararsızlığında cebelleşirken siz aklıma geldiniz.
Ne kadar büyümüşsünüz demeyecem korkmayın:)). Ama yazınızı heyecanla okudum . Çünkü bende öğretmen oldum ve bunları bende yaşadım. Bana hayatında ne değişti diye soranlara sadece oturduğum sandalye diyorum. Ama kesinlikle öyle değil.Bir sene önce kendi yaptığım şeylere şimdi kızdığıma çok kızıyorum. Bazende “ama ben öğretmenim buna kızmam gerek çünkü kızılacak bi davranış bu” diyor kendimi teskin ediyorum. Bi sürü karmaşık duygular içinde ilerliyorum bazen çok gülüyor bazende gözlerimden alev çıkarıyorum. Öğretmenlik bi tuhaf meslekmiş.
Neyse okuyacağım daha bi sürü bloğun var.
Allah kolaylık versin.
Duygu said,
Ocak 31, 2010 @ 18:55
Engin, pek sevindim buralara gelmiş yorum yazmışsın. :)
2. maddede yazdıklarınla ilgili olarak: “Bilmiyorum” demekte hiç zorlanmıyorum kesinlikle. Bunu yapamayanlar beni hep çok sinirlendirmiştir nitekim. Sadece, insanın bildiğini sandığı bir konuyu bir başkasına anlatmayı denediği anda aslında ne kadar bilmediğini anlayış anı bir acayip. Garip bir deneyim. O duruma düşmemek için de iyi hazırlanmak gerekebiliyor derse. Bunu yapmayan çok insanlar gördük :)
3. maddede söylediklerinle ilgili olarak da: evet, öyle ama lab derslerinde belli bir müfredata uymak zorunda olduğunda, karşına çıkan her konuyu sevemeyebilirsin. O noktada da “eeeh hayat” deyip geçiyorsun. Ben tabi bunun yanında bir de öğrencilere “bunlar çok sıkıcı konular ve açıkçası artık öğretilmelerine bile gerek yok, bana kalsa öğretmezdim fakat müfredatta var, o yüzden şunları şunları ezberleseniz iyi edersiniz” diyordum. Zira bizim bu söz konusu derste birkaç farklı sınıf 10 kadar asistan vardı. Herkes müfredata uymak zorundaydı ve dönem sonunda da herkesin hazırladığı sorulardan oluşan bir havuzdan seçilen sorulardan bir final sınav hazırlanıyordu. Yani “keyif verici konuları” anlatmak her zaman pratikte uygun olmayabiliyor.
St. Patrick deneyiminle ilgili: Vaaaayyy çok acımasızsınız hocam! :) Adeta Bahar Şenliği’ne sınav da mı koyacaksınız ileride nedir? :) Ben ne yapardım bilemiyorum gerçi. Hakikaten. Ama dersten bırakılır mı bir lab için? :)
Süleyman Bey, hoşgeldiniz efenim. İki senedir pek büyüdüm evet. Hiç korkmuyorum büyümekten, hatta ne güzel büyümek, sakin olmak filan diyorum kendime :)
özge said,
Şubat 1, 2010 @ 23:31
08 odtü genetik mezunu olarak, odtü’de durum artık o kadar vahim değil yahu:) bence artık gerekli ekipman yeterince var ancak çalışan yok doğru düzgün. bir de bizde öğrencinin kullandığı enzim/kimyasal ziyan olmuş sayılır, o yüzden demo yapar dururuz deneyleri, oysa ecnebilerin öğrenci eğitimine verdikleri önem çok farklı.
gerçi kişinin kendi çabasına da bağlı, pipet tutmak istemezsen bölüm bitene kadar pipet tutmadan sıyrılabilirsin lablardan.
bir de ben soruyu çok beğendim, deneyin anlaşılıp anlaşılmadığını ölçmenin en iyi yolu jel vs sonucu sormak bence, yoksa prosedür ezberlense nolcak sınavdan çıkılınca silinip gidiyor kafadan.
Duygu said,
Şubat 2, 2010 @ 12:32
Özge merhaba,
Öğrenci laboratuvarlarında, biyoloji öğrencisi mi genetik öğrencisi mi denmeden herkese yetecek mikropipet mi var ODTÜ’de? :) O zaman pek sevindim.
özge said,
Şubat 3, 2010 @ 22:55
merhaba:)
bizim zamanımızda genetikle biyoloji labları ayrıydı (mikrobiyoloji, mol. bio vs) ve genellikle sectionlara ayrılıyordu, o yüzden bir şekilde elimiz değiyordu mikropipetlere. gerçi hala karşılaştırılamaz belki – mesela almanya’daki öğrenci lablarıyla ama biraz kişisel çabayla temel şeyleri öğrenmek mümkün diye düşünüyorum. ben almanya’da master yapıyorum, ve bence odtü’deki öğrenci labları asistan desteği açısından çok daha başarılı buraya göre.
iyi yoldayız bence, mesela benim enstitümde türkler (özellikle odtü’lüler) seviliyor ve öğrenci olarak başvurmaları isteniyor. aklımdayken linkini vereyim, doktora arayanlara bir alternatif olur belki:
http://www.hbigs.uni-heidelberg.de/
sevgiler,
özge
Duygu said,
Şubat 4, 2010 @ 11:41
Özge tekrar merhaba,
Sen Genetik bölümünde okuduğun için Biyoloji bölümü öğrencilerine ikinci sınıf vatandaş muamelesinden haberin yok belli ki :) Ben bölümde her sene ilk üçte derecede olan bir öğrenci olmama rağmen, kişisel çabalarım her nedense ODTÜ’de bir işe yaramadı. Yazıda bahsettiğim gibi, öğrenci lablarında bir kere mikropipet tuttum. Special project adı altında hocaların yanında/labında çalışmak istediğim zaman da “çok doluyuz” diyerek kapıdan kovalandım. ODTÜ’nün verdiği teorik eğitimin ne kadar iyi olduğunu biliyorum kesinlikle o bakımdan hiçbir şikayetim olamaz, ama Biyoloji bölümünde okuyanlar için laboratuvar deneyimini buradakiyle karşılaştırdığımda, bizim ODTÜ’de yaşadığımıza “deneyim” diyesim gelmiyor. Tabi ki lisans seviyesinde Türkiye’deki devlet okulları arasında en iyi Biyoloji bölümlerinden biri, bu doğru, fakat “gerçek dünyaya” mezun olunca (en azından benim ABD’deki deneyimim doğrultusunda konuşursam) “köyden indim şehire”nin bir versiyonu.
ODTÜ’yü çok seviyorum, iyi ki Biyoloji okumuşum. Ama bu sevgim, ODTÜ’de pratik laboratuvar eğitiminin olması gerekenin çok gerisinde olduğunu dile getirmeyeceğim anlamına gelmiyor :) (2000′li senelerde okudum ben de orada, çok eskiden bahsetmiyorum) Yine belirtmem gereken bir şey daha, bu kısıtlı şartlarda bize pek çok şeyler öğreten harika asistanlarımızın da olduğu, ama bunun yanında ne konuştuğunu anlamadığımız, yetkin olmayan asistanlarımızın da olduğu (hayatın bir gerçeği).
Kadir Boğaç Kunt said,
Şubat 17, 2010 @ 19:59
Duygu Hanım Merhaba…
Son yıllarda Biyoloji bölümlerimizin bir çoğu hakikaten alt yapı sorunlarını çözebilmeyi başardılar… En azından TÜBİTAK ve üniversitelerin araştırma fonları projeleri destekliyor. Ha çok mu iyi? Çok mu büyük destekler? Herkes faydalanabiliyor mu? Orasını bilemem ama en azından öğrenciler bizim zamanımızda olduğu gibi 1920-1940 yapımı mikroskopları kullanmıyorlar derslerinde…
Bununla beraber mikrobiyoloji laboratuvarı derslerinde öğrencilere besiyeri hazırlamak için yokluktan et suyu tableti kullanan arkadaşlarımız da yok değil….
Mustafa Özkan said,
Nisan 8, 2010 @ 05:01
Bende mi böyle olacağım yoksa? Yazının flashback kısmında yaşıyorum da şu anda, ileriye baktığımda tamda senin hayal ettiğin gibi bir hoca olmayı düşünüyordum.
Lab ekipmanları konusuna gelince, biyoloji bölümü öğrencilerinden şikayet duymadım henüz (Ankara Üniversitesi’ndeyim). Kimya bölümünde büret de var kobalt gözlüğü de fakat 120 kişilik labda çok yetersiz miktarda oluyorlar ve akşam 5′te labdan çıkınca sinir stres tavan yapmış oluyor. Devlet okullarında ciddi sorunlar var. Tamam mikropipet olayıyla bağlayacak olursak, bizde herkes kimyagerin kullanması gerekenleri kullanıyor fakat adam gibi değil.
Not 1: Ben bile mikropipet kullandım yahu kimyager başıma.
Not 2: Gıriscan olayına güldüm sabahtan akşama kadar dün :)
Amfoes said,
Nisan 14, 2010 @ 00:43
Selamlar Duygu,
Kıyamam ben sana. Değmez bir mikropipet için bu kadar canını sıkmaya.
Sevgiler,