FOTOROMAN: “Olması gerektiği gibi bir cumartesi”
Cumartesi sabahı kalktım, Meren’e dedim ki “Hadi La Madeleine’den benim şu sevdiğim palmier denilen tatlıdan al da gel, kahvaltı yapalım. Hatta bir tane de kiş (quiche) alsana, ikimiz paylaşalım.” (oradaki “La”, tükkanın ismi Fransızca olduğundan, yoksa Meren’le lanlu lunlu konuşmuyorum). O çıktı, ben de filtre kahve yaptım.
Bu cumartesi için planım, sabahtan okulun yazlık havuzu kenarında uzanıp, arada bir suya girip çıkıp canım sıkılana kadar kitap okumak, sonra da akşam üstüne doğru dondurma yemekti. Dondurma aşamasında birkaç arkadaşımın bana katılma ihtimali vardı. Plan bundan ibaretti ve ABD’de yaşayan ve yaza hazırlanan her gerçek tüketici gibi, bir Kindle bir de bikini sahibi olduğuma göre, planın gerçekleşmemesi için bir sebep olamazdı.
Kindle’ın yanına okumak için bir de TIME alayım derken derginin arka kapağında RTE’yi gördüm. “Hey gidinin, nerdeeen nereye” dedim. (Nitekim havuz kenarına varıp da kendisi hakkında yazılanları okuyunca TIME’ın da RTE için “Nerdeeen nereye” demiş olduğunu görecektim).
Meren löziz yiyeceklerle geldi, sütlü kahvemizi alıp bıdır bıdır konuşarak kahvaltımızı ettik.
Kahvaltımız bitince, önceki hafta misafirimiz olan Diana ve Ed’in getirdiği çiçeklerin suyunu değiştirdim.
Üstümü giydim, çantamı alıp çıktım. Meren bütün gün bir fotoğraf işi ile uğraşacağından araba onda olacaktı ki bu da benim gün boyu gideceğim her yere bisikletle gitmem için harika bir bahaneydi.
Hava biraz kapalı ve rüzgarlıydı, ama güneşlenmek gibi bir derdim olmadığından, bu durum hoşuma bile gitti.
Dönem sonu geldiği için yurt odalarını boşaltan ve kampüsten ayrılmakta olan öğrencilerden başka kampüste kimseler yoktu.
Yaz boyunca yeniden yüzmeye başlamaya karar verdiğim için mutluydum. Yolda “Hatta önce biraz koşar sonra da cosss diye havuza atlar yüzerim ki” diye hayaller kuruyordum. Spor salonuna vardığım zaman, yazlık havuzun henüz açılmamış olduğunu gördüm. Bu beni birazcık sinir etti, ama spor salonunun bir de her zaman açık olan olimpik havuzu olduğundan çok problem etmedim.
Neyse ki ayrı bir bölümde şezlonglara yatılabiliyordu yine de. Kendime havuz (ve demir parmaklık) manzaralı bir şezlong seçtim. Ve uzunca bir süre bir şeyler okudum. Biraz Fransızca çalıştım.
Tam da havanın serinliğinden tüylerim diken diken olmaya başlarken bulutlar gitti, güneş açtı. (Pörfek).
Sıcakta bir süre daha mayışarak bir şeyler okuduktan sonra içeri girip olimpik havuzda yüzdüm. Gözlüğümü unutmuşum, kafamı nefes almak için her sudan çıkarışımda saçlarım ağzımı kapadığından, saçımı toplayacak tokam da olmadığından o şekilde yüzmek biraz keyifsizdi. Ama uzun bir zamandan sonra havuzda olmak çok güzeldi.
Eve döndüm, Meren henüz çıkmamıştı. İkimize birer sandviç hazırladım. Bilgisayar başında biraz vakit geçirdim. Portakal suyu içtim.
Saat 3 buçuğa doğru yine evden çıktım bisikletimle.
N’Orlins’ın düz sokaklarında bisiklet binmek çok güzeldi. Şansıma hava arada bir kapıyordu ve nem rahatsız edici boyutlarda değildi. Dondurmacıya vardığımda Eric ve Virginia çoktan oradalardı.
(“Meren kolu yöntemi ile fotoğraf çekme” denemelerim burada başlıyor.) :)
Dondurmayı onlar ısmarlamak için ısrar ettiler. Peki, dedim. Kahveli ve reyhan-hindistan cevizi aromalı dondurma istedim, dondurmacı nedense iki ayrı kaba koymuş. Bir iEAT fotoğrafı için fırsat doğmuş oldu.
Uzun uzun sohbet ettik. Yakında işi gücü, her şeyi bırakıp ABD’den başlayıp, Avrupa, büyük ihtimalle Trans-Siberian ekspresine binerek Moğolistan, Tibet ve birkaç Asya ülkesini daha gezmeyi planlıyorlar. Ne zamandır bu yolculuk için hazırlık yapıyorlar. Biraz onların yolculuk planlarından, biraz hayattan, insanlardan, ilişkilerden, evlilikten, geylerden, lezbiyenlerden, kıskançlıktan filan bahsettik. Birkaç saat sonra eve gitmeleri gerekiyordu, arabayı satmış olduklarından yürüyeceklerdi. Ben de onlarla yürüdüm. O sırada Lex’le mesajlaşıp Fransız Mahallesi’nde feribot iskelesinde buluşmak için sözleştik.
Eric ve Virginia’dan ayrıldıktan sonra, iskeleye doğru giderken yolda şunu gördüm:
Bir otoparkın ortasındaydı. Paslanmıştı. Neden orada olduğuna dair hiçbir fikrim yoktu. “Günün Fotokritik fotoğrafı” için iyi bir fırsattı. Fırsatı kaçırmadım.
İskeleye vardığımda Lex’in feribotunun gelmesi çok sürmedi.
Lex, Bywater Mahallesi’nde akşam bir sergi açılışı olduğundan bahsetmişti. Oraya yürüyerek gitmeye karar verdik. (Bisiklet getirmemişti). Biraz uzaktı ama sohbet ede ede yürümek fikri güzeldi.
Yolda ben acıktığımı söyleyince Lex çantasından bir sandviç çıkardı, iki şişe bira alıp bir duvarın üzerine oturup sandviçi birlikte yedik, biralarımızı içtik ve bana New York’a taşındığından beri neler yaptığından bahsetti, her zaman olduğu gibi şaşırarak ve onun bu hafif şapşal, çok serseri, yaptığı bir sürü ilginç şeye rağmen kendini beğenmişlikten eser olmayan, kendisi ve dolayısıyla insanlarla hiçbir problemi olmayan halini pek sevdiğimi düşündüm. İyi ki de arkadaşımdı. (Bu aşağıdaki fotoğrafta yaptığı yaramazlığın aynısını Meren’e de yapmış. Bikinili fotoğrafları için mutlaka tıklayın!)
Yürürken bir ara şunu gördük:
Lex burada yaşamadığı halde bunun ne anlama geldiğini biliyordu. Buralarda Fred diye manyak herifin biri, kendine iş edinmiş, bütün grafitilerin üzerini iğrenç gri bir boya ile boyayıp, grafitileri yok ediyormuş. Bu yazıyı da grafiticiler Fred’e not bırakmışlar. (Dear Fred, fuck our art and I’ll make it less artistic. / Sevgili Fred, sanatımızın .mına korsan, bu eserler gitgide daha az sanatsal hale gelecek.) “Umarım birileri bu Fred’i bulup kıçını tekmeler dostum ha!” dedim Lex’e.
Gittiğimiz yerde üç farklı galeri vardı ve çok güzel çalışmalara rastladık. Bunlardan en favorim kendisine “video sanatçısı” diyen David Greber isimli bir elemanın kısa filmleriydi. Filmler hem galeride bir odada duvara yansıtılıyordu, hem de galerinin bahçesindeki bir perdede, başka sanatçıların çalışmalarıyla birlikte, arka arkaya izleyebiliyordunuz. (Websitesinde bazı çalışmalarını bulabilirsiniz, çok komik abzürd şeyler).
Diğer favorim ise, Dan Tag isimli sanatçının başka bir galerideki “The Things You Own Ending Up Owning You” isimli enstalasyonu idi (“installation” Türkçesini bilen varsa deyiversin). Aşağıdaki fotoğrafta sağ alttaki resmin bomboş bir odanın duvarlarına çizilmiş hali idi bu. İçeri girdiğinizde, barkodun oluşturduğu hapishane parmaklıklarının içinde, yani bir hücrede hissediyordunuz. Güzel fikir, Fight Club’daki hikaye.
Galerilerden üçüncüsünde ise müzik dinletisi de vardı. Ortamdaki iki minik yavru bu müzikle hipnotize olmuş biçimde adamları seyrediyordu. Lex’le bir kenara oturup biz de dinledik.
Bir süre sonra Lex’in nefiz bir arkadaşı olan Costa Rica’lı deniz biyologu Diana ve benim datlı koca Meren de bize katıldılar. Diana sırtımdaki dövmeyi görünce, ünlü birini görmüş fanatikler gibi “Amanın! Sen Darwin’in ispinozları dövmeli kızsın! Sen O’sun! Ben bu dövmeyi herkese gösteriyorum! Hastasıyım! Vay beee, seninle tanıştık ne güzel oldu!” diye bir süre tezahürat yapınca, bir güzel kabardım. Nasıl da mutlu oldum. Şöhret beni oracıkta değiştirebilir, şımarık bir insan yapabilirdi, ama şimdilik yapmadı gibi.
Bir yerlerde bir şeyler içtik. Sonra Amanda ve sevdiceği Chris ile Magazin caddesindeki Balcony Bar’da buluştuk.
Yine acıkır gibi olmuştuk, erimiş peynirli patates kızartması ısmarladık. Patatesler gelince ben “bu da benim doğum günü pastammış meğersem” dedim.
Diana -daha o gün tanıştığım Diana- “Aaaaa neeeaa doğum günün mü bugün senin??? Neden söylemedinnnn???” diye ayağa fırlayıp 5-10 dakika ortadan kayboldu. Sonra elinde, üzerinde, bükülüp çubuk haline getirilmiş kağıt peçeteden bozma bir mum sokuşturulmuş bir dilim pasta ile çıkageldi. Bu durumda mum üfleyip dilek tutmaktan başka çarem kalmamıştı. :)
Gece eve döndüğümüzde ise Amanda’nın masama koyduğu ve o gün benim için Japon marketinden aldığı abur cuburları bulacaktım.
Yattığımda, “işte cumartesi dediğin böyle yaşanması gereken bir gün” diye düşündüm, kendimi tebrik ettim, hayatıma giren renkli kişiliklere manevi bir selam çakıp, yeni yaşımın ilk uykusuna daldım.
gülfer said,
Mayıs 9, 2010 @ 23:12
Ne güzel geçmiş bir gün:)
Cumasını-cumartesisini-pazarını sandelye tepesi-masa önü-bilgisayar karşısında ödev yazarak geçiren biri için hele! Resimlere bakıp “aaaaa ben 3 hafta önce bu barda seasoningli patates kızartması yedim, çalışan türklerle konuştum,” “aaaaa bu feribot o feribot,” “evet evet fransız mahallesi,” “acaba dondurmayı gelato districtte mi yediler?” gibi düşüncelerle azıcık nefes aldım, dinlenmiş oldum.
Son resim sayesinde canım çok fena mochi çekti gerçi ama idare edicem artık:)
Mutlu yıllar!
koray löker said,
Mayıs 9, 2010 @ 23:29
eloooo, yazı nerde ‘aaaanım! tamam dondurma, havuz falan güzel de… şanatçıyız, albümümüz şıkıcak, yaz gelmeden bombayı pâtlâtmâk lâzım!
Faruk Ahmet said,
Mayıs 10, 2010 @ 03:48
Aa, iyi ki doğdun!
Çok güzel günmüş gerçekten. Benim bu yıl gerçekleştirdiğim tüm aktivitelerin toplamının yaklaşık 1.3 katını bir güne sığdırmışsın :)
“Installation”‘a genelde enstalasyon diyorlar senin de dediğin gibi; illâ Türkçe olsun istiyorsan “yerleştirme”.
Nice yıllara.
yagmur said,
Mayıs 10, 2010 @ 05:49
biyolokum,
nice mutlu yillara, nice guzel insanlara ve yazilara!
Umut (eski hallaç!) said,
Mayıs 10, 2010 @ 07:00
Eğlenceli olmuş! Doğum günün kutlu olsun!
brod said,
Mayıs 10, 2010 @ 07:24
bir yandan günü yaşarken, bir yandan kendi gününün izleyicisi olmak kötü bir şey. kendini kendinin üçüncü gözü olmaktan kurtarmak güzel bir şey. bir arkadaşım alplerde doğa gezintisi yaparken kendini facebooka koyarım diye fotoğraf çekerken yakaladığını anlatmıştı.
ayşegülnazcan said,
Mayıs 10, 2010 @ 10:44
Sanırım internet aleminin en güzel “şunu yaptım bunu yaptım” konulu yazısı olmuş bu:)
ve evet, doğumgünün ayrıca kutlu olsun!
Mehmet said,
Mayıs 10, 2010 @ 15:19
Nice mutlu yıllara Düygü!
Meryem said,
Mayıs 12, 2010 @ 06:41
Mutlu seneler Duygu, çok güzel bir doğumgünü olmuş: )
dün gece rüyamda seni ve mereni gördüm iyi mi:) benim lanet bilinçaltım gündüzleri ne topladıysa gece rüyamda karşıma çıkarıyor ama fena da olmuyor sabah kalkınca düşünüp baya bi eğleniyorum : )
nice mutlu seneler diliyorum,sevgiler
meryem
sefa o. said,
Mayıs 12, 2010 @ 15:30
selam biyolokum. bu bloga nasıl rastladım hiç bi fikrim yok. greader olabilir. fakat rastladığım ilk günden beri ilgiyle takip ediyorum. hoş, eğlenceli ve samimi bir blog. hatta bi ara ff’ten de takip etmiştim ama orası bana çok baş ağrıtıcı ve karmaşık geldiği için bu ısrarımdan vazgeçmiştim.
blogunu çok sevmemin bir diğer tarafı biyoloji öğrencisi olmamdır desem yanlış olmaz :) günümün 5-6 saatini (bazen daha fazla) internette geçiren bir öğrenci olarak derslerimin çok da iyi olduğu söylenemez tabii :) (aslında üzülen smiley olmalı bu cümlenin sonunda.) ama internette vakit geçirmemin faydası olmuyor da değil. bu sayede biyoloji ile ilgili sınıf arkadaşlarımdan daha çok ve farklı bilgiye daha hızlı ulaşmayı öğrendim. ve hala da öğreniyorum…
aslında normalde bu kadar samimi değilimdir ilk intibalarda ama blogundaki samimiyetine inanarak ve yaptığın işin ne kadar güzel olduğunu belirterek motive etmek için yazdım bu yazıyı.
sevgiler, sefa o.
Düygü said,
Mayıs 12, 2010 @ 15:35
Sefa, yorumuna pek teşekkür ederim. Bu blogu yazmaya başlamamın amacı, ailemin ve arkadaşlarımın ben onlardan uzaklardayken nasıl olduğumdan neler yaptığımdan rahatça haberdar olabilmeleriydi. Zamanla böyle senin gibi biyoloji öğrencilerine de faydası olur hale dönüştüğüne çok seviniyorum.
Çalışmalarında başarılar.
Duygu
daryal said,
Mayıs 13, 2010 @ 13:19
“sonsuz cumartesi “demek isterim.
İstanbul since 1453 said,
Mayıs 19, 2010 @ 16:45
Kindle denen necis ve habis aletle okuyucuları özendirdiğin için hiç mi vicdanın sızlamadı.Yalnız kindle ile bikiniyi bir arada görebileceğimiz tek adreste burasıdır herhalde. :D
ikinehir said,
Haziran 14, 2010 @ 13:44
2 farkli bilgisayarda denememe ragmen fotograflari goremiyorum maalesef, dugun fotograflarini da goremedim. cok merak ettim ama. ve de mutlu yillar! :)
Düygü said,
Haziran 14, 2010 @ 14:54
Malesef Türkiye’deki Google yasağı yüzünden göremiyorsunuz resimleri ve fotoğrafları.
Şuradaki bilgiler faydalı olabilir belki: http://friendfeed.com/meren/35339571/yasaktan-etkilenen-google-servislerine
Ankara since 2004 said,
Temmuz 25, 2010 @ 08:46
Çok güzel bir gün geçmiş, harika bir yazı olmuş ama hepsinden çok kindle’da kaldı gözüm.
Yanlış bilmiyorsam biz bu kindle’ı türkiye’den temin edebilsek de pek verimli kullanamıyoruz.
Bizi reeder gibi foxit gibi ne idüğünü belirleyemediğimiz markalara bırakan amazon utansın.
Efkan said,
Kasım 22, 2010 @ 17:37
Mik-kem-mel bir gün efenim. Yaşamış kadar oldum. :) EAT bölümüne yönlendirilerek hayatımın en iğrenç yemeğini de görmüş oldum gerçi. :) Bu EAT lafını ise o kadar türkçe lafın arasında okuyup ne bu yahu demem ise ayrı bir mesele. :)