Entel Yapbozu (arşiv)

Bir zamanlar Moleschino adında şahane bir kollektif blogumuz vardı, aslında hala da var, okumak isterseniz yazılar nefiz, sadece uzun zamandır hiçbirimiz yazmıyoruz. Geçenlerde oradaki yazılarımın yedeklerinin bende bulunmadığını hatırladım, hem Biyolokum’a biraz hareket gelsin, hem de yazılar burada yedeklensin amacıyla, daha önce okumamış olanlarınız için Moleschino yazılarımı ara ara buradan da yayınlayacağım. İlk yazı, 2007 yılında yazmış olduğum Entel Yapbozu. Önceden okumuş olanlarınızı ise hayal kırıklığına uğrattıysam çok özür diliyor, gelecek maçlara işallah, maşallah diyorum. :)

 

Ortaokul-lise yıllarımın boş zamanları, kapağını çevirince ilk sayfasında tükenmez kalemle “Feriş & Boğaç* – tarih” yazılmış kitapların hepsini okumaya çalışarak geçti. Açlıktan karnı her daim kazınan fakat cebidelik bir kitap kurdu olan bendenizi besleyip doyurdu o kitaplar. Paul Auster, bu kitapların çeşitli yazarlarından en sevdiğimdi. Fakat kitaplardan en sevdiğim bir tanesi olan Bir Yerde (Being There), Jerzy Kosinski‘ye aitti. Kosinski’nin, Feriş & Boğaç kitaplığında başka pek çok kitabı bulunmasına rağmen, adamcağızın arka kapaklardaki ürkünç vesikalığından olacak, diğer kitaplarını okumaktan çekinmiştim küçükken (gerçi Paul abimiz de az korkunç değil, gözler çakmak çakmak). O yıllarda İnternet henüz öyle her an içerisinde sörf yapılabilen engin bir deniz olmadığından, elimize geçen her film, her kaset, her kitap çok değerliydi. Entel olma yoluna baş koymuş bir ergenlik bunalanı olarak, seyrettiğim her kült film ile ateşler içindeki ruhum biraz serinliyor, okuduğum her kitap ile acılarım diniyor, birisi bana Pink Floyd, Led Zeppelin kaseti çekince dünyalar benim oluyordu (kaset çekmek!).

Bu yazı Jerzy Kosinski ile ilgili değil, tam olarak kitaplarla ya da ergenlik bunalımları ile de ilgili değil. Bu bir “Biz gençken böyle miydi” yazısı da değil. Ben en iyisi buna “bir entel yapbozu” diyeyim. Devamını okumaya karar verirseniz bana hak vereceğinize inanıyorum. Yıllar boyunca karşıma rasgele zamanlarda çıkmış sevdiğim/ilgi duyduğum bir takım popüler kültür parçaları arasındaki bağlantıları tesadüfen keşfettiğimde almış olduğum keyfi, akıl defterine kaydetme çabası. Elimizdeki yapboz parçaları şunlar:

- Jerzy Kosinski: Boyalı Kuş, Bir Yerde gibi kitapların Polonyalı-Amerikan yazarı.

- Roman Polanski: Rosemary’nin Bebeği, Chinatown, Dokuzuncu Kapı, Piyanist gibi filmlerin Polonyalı yönetmeni.

- Charles Manson: Daha sonraları Manson Ailesi (Manson Family) olarak anılan bir grubun elebaşı, cinayet azmettiricisi Amerikalı suçlu, manyak.

- Natural Born Killers: Türkçeye “Katil Doğanlar” olarak çevrilmiş olan 1994 yapımı Oliver Stone filmi.

- The Future: Leonard Cohen’in 1992 yılında çıkardığı aynı adlı albümündeki bir parçası.

- Geleceğe Dönüş 2: Çocukken hepimizin pek sevdiği o üçlemenin 1989 yapımı ikinci filmi.

- Marilyn Manson: Gerçek ismi Brian Hugh Warner olan Amerikalı müzisyen ve sanaçtı. Çılgın bir kişilik. (Fakat pek çok kişinin sandığı gibi boş zamanlarında evde civciv ezmiyor, pencereden dışarı rasgele ateş edip kan ve vahşet görmekten zevk filan almıyor).

Şimdi parçaları öyküleri ile birleştiriyorum, çok heyecanlı:

Yapbozun ilk parçası – Jerzy Kosinski: Jerzy Kosinski, yıllar sonra benim artık bir değil birkaç adet e-posta adresinin sahibi Internet sörfçüsü, “mp3 downloadcusu” bir şahsiyet haline gelmiş olduğum bir 2004 senesinde, Yunanistan’ın an itibariyle ormanları yanmamış bir adasının ortasında, bir oturma odasında ansızın yeniden karşıma çıkıverdi. Elbette bir kitap olarak karşıma çıktı, zira kendisi o an itibariyle 13 senedir sonsuzluk uykusunu uyumaya başlamış idi. Kitabın başında birkaç sayfalık bir yaşam öyküsü vardı. Diyordu ki, Kosinski Polonyalı bir Yahudi’ydi aslında, ve Nazi’lerden kaçarak ABD’ye yerleşmiş, çok kısa sürede İngilizce’yi sökmekle kalmayıp kitaplarını İngilizce yazmaya başlamış. Hayatı çok ilginç olaylarla dolu, fakat bence en ilginci şuydu:

Yapbozun ikinci parçası – Roman Polanski: Kosinski, 1969 yılında, o sıralarda bulunduğu Paris’ten, arkadaşı ve ünlü yönetmen Roman Polanski’nin daveti üzerine San Fransisco’ya doğru yola çıkmış. (İkisinin arkadaş olduğunu bilmiyordum). Fakat New York’a vardığında, bavullarıyla ilgili bir problemden dolayı bağlantı uçağını kaçırmış ve geceyi New York’ta geçirmek zorunda kalmış. Ve o gece, yani 9 Ağustos 1969 gecesi, Polanski’nin evindeki herkes bir grup manyak tarafından defalarca bıçaklanıp eziyet edilerek öldürülmüş. Öldürülenlerin arasında Polanski’nin 8 aylık hamile karısı sinema oyuncusu Sharon Tate de varmış. Yani eğer Kosinski o gece uçağa binebilseymiş kendisini böyle korkunç bir son bekliyormuş. Duvarlara ve buzdolabının kapağına, öldürdükleri bu insanların kanları ile “DEATH TO PIGS” (domuzlara ölüm), “RISE” (uyanış) “HEALTHER SKELTER,” (Beatles’ın -burada yanlış hecelenmiş- bir parçası) yazan bu manyakların yaptıklarını hala aklım almıyor ve düşündükçe tüylerim diken diken oluyor (filmini izlemek isterseniz burada).

Yapbozun üçüncü parçası – Charles Manson: Polanski’nin evinde cinayetlerin işlendiği ve Kosinski’nin kıl payı paçayı kurtardığı o korkunç 9 Ağustos gecesi elini kana bulamayan fakat her şeyin sorumlusu isim Charles Manson’dı. (Elbette Manson’ın geçmişine bakacak olursak korkunç bir çocukluk dönemi, alkolik annenin çocuk Charles’ı bir sürahi bira için çocuksuz bir garsona satması gibi göz yaşartan bir aile sevgisi söz konusu). Manson Ailesi adını verdiği bir grup insanla Spahn Çiftliği’nde yaşayan Manson, bu grubun ruhani lideri haline gelmiş ve onları, her nasılsa, sizin benim gibi insanlara inanması güç gelen bir takım saçmalıklara inandırmıştı. Mesela Manson, yakın zamanda siyahi Amerikalıların “uyanış”a geçeceklerini ve bütün beyazları öldürmeye başlayacaklarını, Beatles’ın o dönem çıkan albümünün de bu uyanış günü hakkında şifreli mesajlar içerdiğini (bunun özellikle Helter Skelter parçasında anlatıldığını), hatta albümün doğrudan Aile için yazıldığını, fakat (her uydurma peygamberin size söyleyebileceği gibi) sadece Manson’ın etrafındakilerin bu kıyamet gününden sağ çıkacaklarını söylüyordu. Yine bu salaklar, Manson’ın sözüne güvenip masum insanları öldürürken, o insanlara iyilik yaptıklarına, onların ruhlarını özgür bıraktıklarına filan inanmışlardı. Aile, Manson’ın yazıp bestelediği parçalardan bir albüm çıkaracak ve bu albüm Manson’ın öngördüğü kaosu tetikleyecek, bu sırada Aile Ölüm Vadisi adı verilen bir yerin altındaki “dipsiz çukur”a kaçarak hayatta kalacaktı. Vay be!

Bence Manson vakasını ilginç yapan, sadece adamın manyaklığı değil, aslında aptal bir adam olmaması ve şu sözleri de söylemiş olması: “Bana tepeden bak, bir ahmak göreceksin; bana aşağıdan bak, efendini göreceksin; bana doğrudan bak, kendini göreceksin”. Manson maalesef, ona aşağıdan bakan bazı ahmaklara seri katil olmak için gerekli ilhamı sağlamış. Bu arada Manson ve “Aile” ile ilgili yalnızca Wikipedia’da sayfalarca bilgi var. İnternet’te dökümantasyonu en iyi yapılmış konulardan birinin Manson ve Ailesinin yaptıkları olduğunu iddia etsem çok da abartmış olmam.

Hala hayatta (ve elbette hapiste) olan Manson’ın Dünya’nın dört bir yanında, fakat özellikle ABD’de, ona mektuplar yazıp hediyeler gönderen bir sürü hayranları var. İşin böyle saçma bir boyut kazanmış olması haliyle kimilerini bunu eleştiren (ya da sorgulayan) işler yapmaya itmiş, ki bu da bizi yapbozun diğer bir parçasına götürüyor:

Yapbozun dördüncü parçası – Natural Born Killers: Lisedeyken entellikte belli bir kademeye ulaşmış fakat hala ham bir meyve olan ve servisle okula giderken Sofi’nin Dünyası okuyarak felsefenin ilkelerini öğrenmeye çalışan bendeniz, elbette Oliver Stone’un kült filmi Katil Doğanlar’ı (Natural Born Killers) seyretmiş ve “ağbi nasıl filmdi yaaa” diye çevrede az bulunan birkaç entel ile gençlik gazı/hazzı sohbetleri çevirmiş idim. 1994 yapımı bu film, aykırı bir çiftin hayatın acımasızlığı ile yorulan ruhları beyinlerinde kısa devreye sebep olunca yoldan çıkıp insanları çatır çutur öldürmelerini, ve zeki Amerikan halkından bu ikisine hayran olan insanların orataya çıkışını filan konu alıyordu. Film her ne kadar “şiddete” yöneltilmiş bir eleştiri olsa da, izlerken bu “kötü” karakterlere (Mickey Knox ve Mallory Knox) ister istemez sempati duyuyordunuz (ve dolayısıyla, bir bakıma filmde eleştirilen kişilere benziyor, ve kendinizi sorguluyordunuz). Filmde kendisi ile röportaj yapılacak kadar popüler hale gelen Mickey Knox, (Woody Harrelson oynuyor) Charles Manson’ın reytingini geçemeyince “Kralı geçmek her zaman zordur” diyordu. O zamanlar Charles Manson’ın kim olduğundan habersizdim elbette, ve bu cümle bana bir şey ifade etmemişti. Film Leonard Cohen’in muhteşem “The Future” parçası ile bitiyordu.

 

Yapbozun beşinci parçası – The Future: Katil Doğanlar’ı izledikten uzunca bir süre sonra, yine tamamen rastlantı eseri, elime Leonard Cohen’in The Future albümü geçti (albümlerin korsan şekilde CD’lere çekilip sokaklarda satılmaya başladığı zamanlardı). Yaz tatilinde bu albümü dinlerken kardeşim The Future parçasını duyunca “aaa bu Katil Doğanlar’ın sonunda çalan parça!” diyerek yapbozun bir parçasını daha yerine oturttu. (Çocuk boşuna müzisyen olmamış). Nitekim bir baktık ki filmde Cohen’in birkaç parçası daha kullanılmış. Şarkı sözleri dikkatle okunması gereken, müzisyen olduğu kadar şair ve filozof bir insan olan Cohen, The Future şarkısında dünyanın gidişatına bakıp gelecekte iğrenç, şiddet dolu bir yer olacağını öngörür (I’ve seen the future, brother: it is murder – Geleceği gördüm, kardeşim: cinayet) bir yerde şöyle der:

and all the lousy little poets
coming round
tryin’ to sound like Charlie Manson
and the white man dancin’

(ve bütün rezil küçük şairler
etrafımızda toplaşıp
Charlie Manson gibi sözler söylemeye çalışırlar
ve beyaz adam dans eder)

(Bu sözler aslında sadece Charles Manson gibi olmaya çalışan ve ona hayranlık duyanlar için değil, bence tüm “wannabe”ler yani özentiler için yazılmıştır sanki.)

Böylece, Charles Manson ismi ile ilk kez bu şarkının sözlerini incelerken karşılaşmış oldum, “kimdir bu” diye aradım ve öğrendim. Yıllar sonra da Kosinski’nin Polanski’nin arkadaşı olduğunu, ve Manson’ın gazabından kıl payı kurtuluşunu yukarıda anlattığım gibi yine rastlantı eseri okudum.

Yapbozun altıncı parçası – Geleceğe Dönüş 2: Her ne kadar eğlencelik bir film olsa da, 1989 yapımı Geleceğe Dönüş 2, “şiddet dolu gelecek” alternatifine dokunduran popüler kültür taneciklerinden bir başkası bence. Hani Marty gelecekten geçmişe gitmiştir, arabasında Spor Almanağı bulunmaktadır ve öküz Biff bu almanağı çalar. Marty 1985′e döndüğünde, zamanda bir kırılma olmuştur ve gelecekte oynanacak maçların sonuçlarına çaldığı almanak sayesinde vakıf olan Biff, bir çeşit “Spor Loto” oynayıp para babasına dönüşür. Ve kardeşlerim, işte “I’ve seen the future: it is murder” deme zamanıdır. Çünkü her yer kaosa, suça, silahlı, deri ceketler pantolonlar giyinmiş, motorsiklet kullanan kötü adamlara bulanmıştır.

Yapbozun yedinci parçası – Marilyn Manson: Ve acaba bir anlamda buna mı dönüşmektedir gelecek gerçekten? En azından ABD’de. Columbine Lisesi’nde kafayı yiyip önce arkadaşlarını sonra kendilerini öldüren liseliler, bir sürü seri katiller, herkesin evinde bir ya da birkaç silah… Michael Moore “Bowling for Columbine” (Benim Cici Silahım) isimli belgeselinde ayrıntılarıyla işliyor zaten bu durumu. O belgeselde Moore, Marilyn Manson’la bir röportaj yapıyıor. Zira Manson o dönemde, bu cinayetler yüzünden, çocuklara kötü örnek olmakla suçlanmış ürkünç görünümlü bir şarkıcı.

Marilyn Manson’ın sahne ismi, Marilyn Monroe ve Charles Manson’dan geliyor. Bu kişilere hayranlık duyduğu için değil, bu iki insanı, Amerikan kültürünün en rahatsız edici ikilisi olarak gördüğü için. Marilyn Manson’ın Bowling for Columbine’da söyledikleri de aslında ne kadar aklı başında biri olduğunu gösteriyor (biliyorum resmine bakıp bunu söylemek biraz zor, ama adamın mesajı da bunda saklı zaten). Röportajdan bir bölüm şöyle:

M. Manson: Bütün bu trajedinin iki yan ürünü eğlence dünyasındaki şiddet ve silah kontrolü idi. Ve tam da yaklaşmakta olan seçimlerin öncesinde konuşacağımız iki konunun bunlar olması ne kadar da mükemmeldi. Ve ayrıca, Monica Lewinsky’i unuttuk, ve, ah, Başkan’ın okyanusun ötesinde atmakta olduğu bombaları unuttuk, buna rağmen, ben kötü adamım çünkü ben, hmm bir iki rock-and-roll şarkı söylüyorum, ve şimdi kimin daha fazla etkisi var yani, Başkan’ın mı yoksa Marilyn Mason’ın mı? Ben isterdim ki “ben” olayım, fakat bu soruya cevabım Başkan olacak.

M. Moore: Columbine’daki katliamın olduğu gün ABD’nin Kosova’yı en çok bombaladığı gün olduğunu biliyor muydun?

M. Manson: Bunu tabi ki biliyordum, ve hiç kimsenin “belki de Başkan’ın bu şiddet içerikli davranışlar üzerinde bir etkisi olmuş olabilir” dememiş olmasını gerçekten acı ve gülünç buluyorum. Çünkü bu, medyanın bir şeyleri alıp, çevirip korku öğesi haline dönüştürme yönteminin bir parçası değil, çünkü bu sayede, televizyon izliyorsunuz, haberleri izliyorsunuz, size korku pompalıyorlar, seller oluyor, AIDS bulaşıyor, cinayetler, reklam gir, Acura satın al, Colgate satın al, eğer nefesin kötü kokarsa kimse seninle konuşmaz, eğer sivilcen varsa kızlar sana vermez, ve işte herşey bu korku kampanyası için, ve tüketim için, ve bence her şey, yani “herkesi korkut, böylece ürünleri tüketecekler” düşüncesi, buradan temelleniyor.

Ortaya bir karışık olan bu yazıyı Charles Manson’ın bir sözü ile bitiriyorum:

Her zaman biri olacak, benim gibi biri, çocuklarınıza onlar için yarattığınız çöplük yığınında ulaşacak, onları oradan çekip çıkaracak biri.

 

dipnot
* Feriş & Boğaç: teyze ve enişte

  • Share/Bookmark

6 Yorum »

  1. alexandra said,

    Ekim 18, 2011 @ 00:55

    Fevkalade beğendim. Bir zamanlar bu mansonların hayatını okumuştum, sonra unutmuş gitmişim. Şimdi tekrar hatırlamış oldum böylece. Yalnız, M. Manson ‘ın röportajını pek beğendim, hemen internetten aslını bulup okumalı, yanlış değerlendirmişim adamcağızı hep :)

  2. Biyolokum said,

    Ekim 18, 2011 @ 09:54

    Alexandra, Röportajın bu kısmını Türkçe’ye ben çevirmiştim bu yazı için yanlış hatılamıyorsam, ama röportaj Bowling for Columbine filminden olduğu için, yazılı halinin İngilizce’sini internette bulabilirsin.

  3. birdy said,

    Ekim 19, 2011 @ 07:46

    Noktalar mı birleşiyor ne?

  4. kerem said,

    Ekim 24, 2011 @ 08:22

    eskidende güzelmiş yazıların duygu… midnight in parisi izlemediyseniz tavsiye ediyorum …. aklıma geldi yazıyı okurken …

  5. kerem said,

    Kasım 7, 2011 @ 06:23

    bu arada iyi bayramlar:))

  6. kerem said,

    Kasım 20, 2011 @ 09:45

    duygu gen bencildir kitabının yazarından bu kitabı da mı çevirseniz? siteyi de kapadılar dünyadan haberimiz olmayacak….
    “Attack of the Theocrats! How the Religious Right Harms Us All – and What We Can Do About It”

RSS feed for comments on this post · TrackBack URI

Yorum yapın