Fethiye’nin Saklıkent’i
Bu yaz çok kısa bir süre için de olsa Türkiye’deydim. Kısa süreli olmakla beraber, sıkı bir planlama ile ailecek biraz gezmeyi ve daha önce görmediğim yerler görmeyi başardık. Bu yerlerden biri, annemin önceden birkaç kere gittiği ve her defasında “Duygu seni ilk fırsatta oraya götüreceğim, bayılacaksın” dediği Saklıkent (Fethiye) oldu. Bayıldım nitekim.
Bu gece nihayet yaz tatilimin fotoğraflarını düzenlemeye fırsat bulunca (ya da bu işi yapmam için gereken asgari motivasyon kendini gösterince), “ne duruyorum, fotoğrafları düzenlemiş olmakla kalmayayım, bir de üstüne blogdan paylaşayım, yarın sabah erken uyanamayayım, laba geç kalayım, ama zaten geceyarılarına kadar çalışıyorum ne zamandır, bu kadarcık da hakettim, evet” dedim.
Daha önce ABD’deki bir hafta sonu gezmesinde gittiğim Assateague Adası‘nda çektiğim fotoğrafları siyah beyaza çevirip sonuçtan çok memnun kalmıştım. Nitekim siyah beyaz, Saklıkent fotoğraflarına da yakıştı, kendimi bir Ansel Adams havası yakalamış hissettim. “Ansel Adams da kim ola ki?” diyorsanız şuradaki yazılarda kendisi hakkında bilgilere rastlayabilirsiniz. Ben bu fotoğrafları onun havasını yakalamış olarak tanıtarak kendime ciddi bir kıyak geçmiş oluyorum.
Saklıkent çok uzun bir kanyon. Aşağıdaki fotoğrafta gördüğünüz iki tepe arasında başlıyor.
Başlangıçta tepelerden birinin yamacına çakılmış asma yollardan geçiyorsunuz ve bir kafenin de bulunduğu daha genişçe bir alana varıp kanyonda yürümeye orada başlıyorsunuz. Fakat yürünebilir kısma ulaşmak için, önce debisi oldukça yüksek ve biraz da derin bir kısımdan geçmek gerekiyor. Aşağıdaki fotoğrafı ben o kısımdan geçerken çektim ve sonradan çok sevdim. Teyzelerim, ablalarım halay çekercesine dizilmişler, bir yandan çığlıklar atarak düşmemeye çalışarak “karaya” ulaşmaya çalışıyorlar. Aslında bu yöntem hiç tekin değil, biri düşse… Nehrin bu kısmı kesinlikle yalnız başına daha rahat geçiliyor (hayat da kimi zaman öyle değil mi sevgili okur? Bazı şeyleri yalnız yapmaktan korkmamak lazım).
Bu hafif stresli giriş aşamasını atlattıktan ve fotoğraf makinamı suya sokmamış olmanın haklı gururunu yaşadıktan sonra etrafıma bakınıp kafamı yukarı kaldırdığımda, taşlarda büyümekte olan şu ağacı gördüm.
Ayaklarınız sürekli suyun içinde yürüyorsunuz ve yerler oldukça killi. Suyun yüksekliği kimi zaman belinize kadar bile çıkabiliyor. Bu fotoğrafta kayalardaki izlerden suyun aslında diğer mevsimlerde ne kadar yükseliyor olduğunu görebilirsiniz.
Kayalara tutunarak ve kaygan yerlerde düşmemeye çalışarak ilerliyorsunuz yer yer. Böyle kısımlarda her an çok dikkatli yol almalısınız, düşme ihtimaliniz büyük. Ben fotoğraf makinasını iç etmemek derdi ile öyle bir konsantrasyona girmişim ki, gezinin sonunda uzunca bir meditasyondan çıkmış gibiydim (çok güzeldi).
Üstelik böyle bir atmosferde birakç saat geçirince, sonlara doğru aklıma süper bilim-kurgu öykü fikirleri gelmeye başlamıştı, yanımda defterim olmadığından not düşemedim. Unuttum gitti.
İnsanlar etrafı kaplayan kile elbette dayanamıyor, ya yüzlerine sürüyor ya da kile isimlerini, hayata dair mesajlarını filan yazıyorlardı.
Bir saatten fazla süren bir ilerleyişin ardından (parkur git gide zorlaşıyor gibiydi), bir şelaleye vardık. Benim baştan ayağa ıslanmadan buradan geçmem imkansız olduğundan (aslında kanyonun yürünebilir kısmı daha devam ediyordu) şelaleyi dönüşe geçme sinyali olarak alıp buradan geri döndüm. Annem önceki gelişlerinde şelaleye rastlamadığını, suyun da bu kadar yüksek olmadığını söyledi. Haliyle mevsime göre değişiyor.
Dönüşü de neredeyse vukuatsız atlattıktan sonra (içimizden biri şelalede ıslanmaya gidip, gözünde olduğunu unuttuğu gözlüklerini yukarıdan insanın canını acıtacak hızda düşen sulara kaptırdı), girişteki en zorlu kısımı geçip kafeden aldığımız patates kızartmaları ile kendimizi ödüllendirdik. Biraz uzanıp gökyüzünü kaplayan yapraklara baktık. Derin bir nefes aldık, “hayat güzel” dedik.
Serdar Dalgıç said,
Eylül 28, 2012 @ 07:45
“Böyle kısımlarda her an çok dikkatli yol almalısınız, düşme ihtimaliniz büyük. Ben fotoğraf makinasını iç etmemek derdi ile öyle bir konsantrasyona girmişim ki, gezinin sonunda uzunca bir meditasyondan çıkmış gibiydim (çok güzeldi).” bu meditasyon halinden ötürü kanyonları öylesine seviyoruz ki! :) Sen hele bir de içinde kamp yapmalı bir kanyon etkinliğine gel, asıl o zaman nirvanaya koca bir adım daha yaklaşacaksın (= Bu yazın da bana gaz olsun madem, İp inişli, neoprenli kanyonculuğa giriş yazımı yazayım akşam. Ayrıca bir dahaki gelişine KAD’a http://www.canyoningturkey.com/ bekleriz biyolokumcum ;)
Biyolokum said,
Eylül 28, 2012 @ 10:22
Ya ne harika olur kamplı versiyonu. Umarım ki önümüzdeki yıllarda daha uzun bir Türkiye gezisi olsun ve bu kanyon kampı sözünde durman için sana yapışayım! :)
Serdar Dalgıç said,
Eylül 28, 2012 @ 10:23
Hehehe, aybediyosun, ip inişlerinde emniyetini ben alıcam aşağıda, söz! :)
tavuk suyuna çorba içen anne kişisi said,
Eylül 29, 2012 @ 14:30
tatlım ne güzel yazmışsın..ama fotoğrafları renkli görmeyi tercih ederdim..
Biyolokum said,
Eylül 29, 2012 @ 21:59
Işığına sağlık tatlııımmm diyosssuuuan. Dur merak etme renklilerini sana gondercem ayrica. Burda Ansel Afams filan diye artislik yapiyorum çaktırma canığm!
Ugur said,
Eylül 30, 2012 @ 09:40
duygu ve balık gözü lensi gururla sunmuş :) harika bi gezi olmuş cidden. renkli fotoğraflar konusuna biraz olsun katılsam da sanırım o güzelim kayalıkların üzerindeki yazıları daha iyi seçememek biraz olsun içime su serpti..
meren said,
Eylül 30, 2012 @ 13:10
fotoğraflar şahane olmuş. özellikle birkaç tanesi var, onlardan birkaç tane daha olsa “bunlar da benim gözümden saklıkent işte” diye alıp bir kenara konulacak bir bütünlük var.
eline sağlık :)
Biyolokum said,
Ekim 1, 2012 @ 22:49
Yav zat-ı alileriniz sayesinde oluyor yapabildiğim iyi bir şeyler fotoğrafa dair. Cansın, bunları senden duymak bana büyük mutluluk.