P’ye mektuplar: antidepresanlara dair

Kendimi bildim bileli hep sırtımda görünmez bir yük, içimde bir endişe ve sıkıntı olageldi. Bu hisler zaman zaman çok arttı, zaman zaman azaldı, ama hiç kaybolmadılar. İşin garip yanı, bunlar benim işlevsel bir vatandaş, iyi bir öğrenci olmamı engellemediler, hatta ben sanki bunları yakıt olarak kullanan bir trendim. Çuf çuf çuf ordan oraya gezindim. Arkadaşlarımdan sık sık ‘iyi de niye bu kadar gerildin/endişelendin’ lafını, ailemden de ‘bi mutlu olamıyorsun’ serzenişlerini duydum. Ben de kendime hep kızdım. Adeta kötü bir ebeveyn gibiydim kendime karşı, ne yaparsam yapayım kendime yaranamıyordum. Lise dereceyle bitiyordu, ben istediğim bölüme giremeyeceğim diye kabuslar görüyor, yeterince akıllı değilim, yeterince çalışmıyorum diye kendime kızıyordum. Sonra istenilen bölüme kat kat üstünde puan ile giriliyordu, bu sefer kendimde gıcık olacak başka bir şey, hayatta endişelenecek başka mecralar buluyordum.

(Endişeli Kız! Çıkarılabilecek en kötü sonuca tek seferde atlayabilir!)

Bu hep böyleydi. Hep.

Hayat sinüsoidal bir eğride devam ediyordu, ama benim eğrimin tepe noktaları sanki, negatif değerlerin üzerine bir türlü çıkamıyordu. En iyi günümde bile ruhumun havası sıfırın altında bir yerlerdeydi.

Ne zaman ki, bu hislerin ağırlığı benim taşıyamayacağım bir noktaya ulaştılar, ne zaman ki yıllardır kullandığım bu yakıtı yakarken, altında ezildiğim o ağırlıkla artık pencereyi açmaya gücüm kalmayınca, kapalı bir alanda yakıtımın karbonmonoksitine maruz kaldım, o zaman, adeta hayvansı bir içgüdüyle dedim ki ‘Ben psikologa gidiyorum!’.

Şans mı bilmiyorum. Ya da artık insan çok acıkınca ne yese güzel gelir ya, ondan mı, ama bana çok iyi bir psikolog denk geldi diye düşünüyorum: Kim. Psikologun yanı sıra bir de psikiyatrist görmek icap ediyordu. Onun randevusu ancak birkaç hafta sonraya olabilmişti. Bu birkaç haftalık süreçte Kim kronik depresyondan muzdarip olduğum konusunda kesin kararlı hale gelmekte gecikmedi ve ne kadar karşı olsam da (karşı olmamı anladığını söyleyip) antidepresan kullanmayı bir düşünmemi önerdi.

Düşündüm, antidepresan kullanmayı istemememin sebepleri bir sürü korkulardı: yan etkileri varmıştı, hadi deyince bırakmak zormuştu, fiziksel olmasa da duygusal bağımlılık yaratıyormuştu, falanmıştı filanmıştı. Sanki üstüne bir de yenilmişlik duygusu ekleniyordu, kim bilir bilinçaltımın, kırılgan egomun hangi derinliklerinden geliyorduysa… Böyle bir yedirememezlik hissi. Ama dedim ki kendime, kaybedecek bir şeyim yok, yan etkileri varsa çekerim, internetten ne olduklarına bile bakmayacağım, bu ilacın bana iyi geleceğine inanacağım.

Psikiyatriste gittim, aile geçmişimden, genel olarak nasıl hissettiğimden, beni neyin rahatlattığından filan konuştuk. Doktorcuğum, dedim, şöyle uzun ve yorucu bir günün akşamında eve gelip bi tane bira çaktım mıydı, işte o an az biraz rahatlıyorum. Harika, dedi. Harika mı, dedim. Harika diyorum çünkü, dedi, bu söylediğin senin durumunun sebebinin kimyasal olma ihtimalini çok güçlendiriyor, kimi insanların depresif olmalarının sebebi tamamen deneyimlerine, travmalarına bağlı olabildiğinden, ilacın etki göstermesi zor olabiliyor. Peki, dedim, ne yazacaksın? Prozac yazıyorum. Prozac. Vay be, daha ne kadar popüler kültürleşebilirdim şu psikolojik problemimle. Peki yaz.

İlk hafta korkunçtu. Hiç girmeyeceğim. Eğer etrafımdakilerin desteği olmasaydı ‘yemişim antidepresanını’ deyip bırakabilirdim sanki. 3 hafta sonra, hayatımda hiç bilmediğim bir his beni kucaklamaya başlamıştı: sakindim ve omuzlarımdaki yükler kalkmıştı.

Bir yandan terapi devam ediyordu ve her seanstan sonra kendimle ilgili yeni bir şeyler keşfetmiş, o kötü acımasız ebeveyden bir adım daha uzaklaşıp kendimin sevecen, destekleyici, ne yapsam gurur duyan ebeveyni olmaya doğru gidiyordum.

Aslında şimdi geriye dönüp bakınca, bana ilacın mı yoksa terapinin mi daha iyi geldiğini kestiremiyorum, ama şu bir gerçek ki, ikisinin aynı anda olması çok kritik idi. Çünkü, sakinleşmeye o kadar ihtiyacım vardı ki, o yükün altında iki büklüm halde terapiden yeterince yararlanamayabilirdim belki.

Bunları anlatmamın sebebi, önceki yazılardan, antidepresanlarla ilgili ürkünç fikirlere kapılmış olanlar var ise, ya da aslında herhangi bir fikre kapılmış olan varsa, onlara hikayenin tamamını anlatmak ve böylece kapılınacak bir fikir varsa, hikayenin tamamı üzerinden kapılmalarını sağlamak.

Ben antidepresan kullandığım için hiç pişman değilim. Tabi bunu bana, antidepresanı bıraktıktan hemen sonraki o korkunç haftalarda sormuş olsaydınız bambaşka bir şey söylüyor olabilirdim. Çünkü bırakma süreci gerçekten çok çetrefilliydi. Başlarken bunu bilip ona göre başlamak lazım, ama asıl bırakırken ona göre etrafınızda size yardımcı olacak insanların olduğu bir dönemde bırakmak lazım. Bunun dışında, ben bunlardan korkmayıp kendime sakin olmak ve kişisel problemlerime yoğunlaşıp bunları çözmek için bir şans verdiğim için memnunum. Ayrıca, çok dayanılmaz zorlukta bir dönemden geçiyorsam, kullanabileceğim böyle bir ‘araç’ olduğunu biliyorum bu da iyi. Fakat bir daha antidepresan kullanmayı düşünüyor muyum? Mümkünse asla.

Asla, çünkü, yükler omzumdan Prozac uçan balonuna bağlanmış yavaş yavaş uçup giderlerken, beraberlerinde beni ben yapan bazı şeyleri ve içimdeki tutkuları da götürdüler. Prozac’la artık hiçbir şey umurumda değildi, dünya umurumda değildi, kariyer dertleri bitmişti, hiçkimse beni kızdıramıyordu, Dalai Lama bu halimi görse beni alnımdan öper, Tibet’te beni en manzaralı manastıra başrahip yapardı. O derece. Ama yani insanın gençlik yılları bu kadar hiçbirşeyin umrunda olmadığı bir pasif budist psikolojisi içinde geçerse yazık be… (Budistler alınmasın. Hani tüm dünya budist olsa tamam da… Aman neyse işte).

Prozac’ı bırakmaya karar verip, yavaş yavaş bırakmak gerektiğinden, dozu yarıya düşürdüğümde ne oldu biliyor musunuz? Bir gün RTE’yi kürtaj hakkında ileri geri konuşurken gördüm ve bu oldu :) Bir şeyler umrumda olmaya başlamıştı! Üstelik labda daha çok çalışıyor, kendimi çok daha motivasyonlu hissediyordum.

Fakat, bünyemdeki Prozac miktarının azalmasıyla artan sinirsekliğim, huzursuzluklarım ve endişelerim, bende yine bir yenilgi duygusu yarattılar. Sanki o süreçte o kadar terapi seansından, okuduğum onca kişisel gelişim kitaplarından vesaireden sonra hiçbir şey öğrenememiş ve yaşadığım bütün pozitiflikleri sadece Prozac sayesinde yaşamıştım, şimdi onsuz olmayacaktı, o gıcık olduğum eski Duygu geri geliyordu. Panikledim. Kafam karıştı. Korktum. Sinirlendim. Lanet olsun dedim, lanet ettim. İnsanın beyni bu kimyasal dengesizlik dönemlerinde hakikaten kısa devre yapıyor. Duygusal bağımlılık da söz konusuydu kesinlikle, çünkü o ‘aman umurumda mı dünya’ hissini çok özlüyordum. Hatta oturdum P’ye mektuplar yazdım (hiç heveslenmeyin, kimseye okutacak cesaretim yok!). Neyse ki (daha önceki yazılarda da dediğim gibi) etrafımdan yardım istemeye artık utanmıyordum, sürekli birileriyle konuşuyordum, yeni bir terapiste de gidiyordum. Bu konuşmalardan birinde bir arkadaşım bana çok bilgece bir şey söyledi: ”Bence, dedi, antidepresanın en önemli işlevi, senin daha önceden bilmediğin bir duyguyu, o sakinliği ve huzuru sana öğretmeleri. Eğer hedefinin ne olduğunu bilemezsen – ki antidepresan olmadan bu rahatlık hissinin ne olduğunu bilmiyordun – o zaman o hedefe doğru gitmek çok zor olmaz mı? Şimdi kafan karışık ve korkmuş durumdasın, ama bundan birkaç hafta/ay sonra, ilacı bırakmanın kimyasal etkileri azaldığında ve sen biraz sakinleştiğinde, artık hedefinin ne olduğunu biliyor olacaksın.” Öyle ne güzel dedi işte.

Şimdi bir aydır düzenli sporun etkisiyle, ayrıca büyük ihtimalle ilacı bırakmanın etkilerinin de hafiflemesiyle kendimi çok iyi hissediyorum. Ama kötü hissettiğim de oluyor. Olması gerektiği gibi yani. Ve sürekli olarak çaba sarfetmem gerektiğinin farkındayım, ama bu o kadar da kötü bir şey değil aslında. Göstermem gereken çaba şu çünkü:

1) Düzenli spor (ne kadar iyi geldiğini anlatamam)

2) Ecnebilerin ‘mindfulness’ dedikleri hadise. Meditasyon olmasına gerek yok ille de. Budist öğretileri bana çok yarıyor (rahiplik günlerimden kalma :P ) İngilizcesi olanlar için Tara Brach insanını son derece tavsiye ediyorum. (İstek üzerine bu konudaki kaynakları listeleyen bir yazı yazabilirim).

3) Daha az kahve içmek.

4) Kendime şefkat göstermek.

Velhasılı, depresyonu yendim mi? Bunu söylemek için çok erken belki de. Ama artık ilaca ihtiyaç duymadan o karanlık hisler olmadan yaşayabiliyorum ve depresyon canavarı geri gelirse onunla nasıl başa çıkmam gerektiğini biliyorum. Geri geleceğinden eminim, fakat geleceği varsa göreceği de var. Belki ona da şefkat gösterir sarılıveririm, ezberi bozulur, şaşırır gider.

  • Share/Bookmark

21 Yorum »

  1. özlem köse said,

    Aralık 19, 2012 @ 22:04

    Bu benim en sevdiğim yazı oldu. Keşke çok daha önce yardım isteseydin diye düşündüm her cümlende. Bir klinisyen olarak en sık rastladığım durum bu, hani sosyal stigmaların self-stigmanın yanında solda sıfır kalması, kendi normalini yaşama konusundaki çelişkili ısrarımız ve o kahrolasıca homeostasis. Bilmeni istediğim bir başka konu ise depresyon ve kaygı bozukluklarının sıklıkla beraber görülmesi ve hatta birbirine karışması. Yazdıkların bu konuda biraz kafamı karıştırdı. Sevgiler Düygü :)

  2. MugeCerman said,

    Aralık 19, 2012 @ 22:59

    Müthiş bir “yolculuk” yazısı, “daraldım, bunaldım, öf pöf” halindeki bütün genç dostlarıma link olarak göndereceğim. Bundan sonra yolculuğunun daha keyifli ilerleyeceğini düşünüyorum. Eğlenceli günler geçireceğin, huzurla ve neşeyle nefes alacağın, bolca kahkaha atacağın harika bir yeni yıl diliyorum.
    Sevgi ve ışıkla kal…

  3. Zeynep said,

    Aralık 20, 2012 @ 00:48

    E oldu mu simdi? Bir antidepresan ile yasamayı cok sevmiş birine yapılır mı bu? :) bırakmalı mı bırakmamalı mı ikilemi içinde gidip gelirken balyoz gibi indi başıma bu yazı :)

  4. Deniz said,

    Aralık 20, 2012 @ 03:40

    Zamanında benzer duygulardan geçmiş biri olarak ben şöyle bi yöntem buldum: Ne zaman içimdeki o gaddar acıması olmayan ebeveyn işaret parmağını sallayarak konuşmaya başlasa (misal bi iş yapıyorsunuz ve o içinizden çıkıyor ve “o öyle yapılmaz, böyle yapılır; gene yapamadın, olmuyor” vs vs ve daha kötüsüni diyor) zor da olsa, her zaman yapamasam da ona “bi sus ya, bi kapa çeneni” demeye çalışıyorum. bazen yarıyor, bazen yaramıyor. Bi de kendimle ilgili hoşuma giden bişiy yaptığım zaman “oha süper olmuş!” diyorum, bunu bazen dışımdan da söylüyorum.
    Ve en önemlisi, bu hastalığı (mı davranış bozukluğunu mu desem bilemedim) kızıma geçirmemeye çalışıyorum. O her bişiy yaptığında, “olmayor, yapamorum, çalışmaayor” dediğinde “oluyor kızım, aferin kızım” diyorum. Belki de ona geçmez böylece bu eksikliğim..

  5. Biyolokum said,

    Aralık 20, 2012 @ 12:10

    Özlem: Kesinlikle daha önce yardım istemeliydim. Ama Türkiye’deyken imkansızlık, bu konuda insanların yeterince bilinçli olmaması vesaire gibi konulardan dolayı, ABD’ye taşındıktan sonra da önce dil, derdimi anlatabilir miyim ”endişeleri”, ama daha önemlisi içimdeki o gaddar ebeveynin bana sürekli ‘otur, haline şükret, kendin çözemiyorsan başkası nasıl çözecek’ diye beni sürekli vazgeçirmesi yüzünden bu kadar geç kaldım. Ayrıca, kaygı bozuklukları konusunda çok haklısın! Bence de ben aslında en başta ciddi kaygı problemleri yaşıyordum, ama ABD’ye taşındıktan sonra içimdeki yaşama sevinci de çekildi ve yavaş yavaş kabuğuma kapandım. Yani ortaya bi karışık bir durum oldu. Fakat endişelerimi hafiflettiğim zaman depresyon da gidiyor.

    MügeÇerman, çok teşekkür ederim :)

    Zeynep, herkesin durumu farklı! Bende çok yan etki gösteriyordu antidepresan, rahatsız bir durum halini almıştı vesaire. Ben kimseye kullanın ya da bırakın demiyorum, aman! Sadece işte benim deneyimim, alın kendinize ne ders çıkaracaksanız çıkarın diyorum :)

    Deniz, ben kendime çok (veya az) kızmaya başlayacak olursam, hemen şunu düşünüyorum (terapistim vermişti bu fikri), şimdi karşımdaki kendim yerine çok sevdiğim, dert içinde bir arkadaşım olsaydı, ona böyle mi davranırdım? Hayır. O zaman kendime çok yakın bir arkadaşıma davranacağım gibi davranmalıyım. :) (Ya da minik bir çocuğa). Tabi insanın kendisine ‘hadi bakim hat hat hatiiii’ demesi gereken zamanlar da oluyor ve dozunu iyi tutturmak lazım. Öğreniyoruz.

  6. denizdağ said,

    Aralık 20, 2012 @ 15:57

    Sevgili Duygu, hayatı fazla ciddiye alan, kaybetmeyi sevmeyen ve herşeyi kontrol edebileceğini düşünen insanların rahatsızlığı bu. Biliyorum çünkü kendim de bunlardan biriyim. Bu rahatsızlığın kesin bir tedavisi yok. Ara ara tekrarlayacak ama şiddetini azaltmanın ve bu rahatsızlığı bir faydaya dönüştürmenin çözümü var.
    Çok ağır geçirdiğim bir depresyonun ardından yaşadığım acı tecrübeleri bi daha yaşamamak için kişiliğimin keskin köşelerini bile bile törpülemeye başladım. Gururu bir yana bıraktım. Baktım gurursuz insanlar daha huzurlu ve başarılı bir hayat sürüyorlar. İçimde öfkenin birikmesine izin vermedim. Yeri geldi yenilgiyi kabul ettim ya da kabullenmiş gözüktüm. Olayları akışına bırakıp sabrettim. Sabrederken yaptığım işi en iyi şekilde yapmaya, sağlığımı korumaya da özen gösterdim. Kişiliğimin temel ilkelerinden ödün vermedim. Kimseyi incitmedim, zalim olmadım .Bu sabrın ve sakinliğin sonucunda ise hayalini bile kurmadığım güzelliklerle karşılaştım. Sanki bir sihirli değnek dokundu ve sabrımın karşılığını fazlasıyla verdi.
    Demek istediğim aslında bizi bekleyen güzellikleri kendi ellerimizle bozuyoruz. Kendimizi kontrol altına aldığımızda evren zaten bizi ödüllendiriyor.
    Sevgiler

  7. Melikeadlıkişi said,

    Aralık 20, 2012 @ 17:04

    Düygüm, o terapistin verdiği fikirlerden başka var mı :) Az daha vir :)

  8. Biyolokum said,

    Aralık 20, 2012 @ 18:26

    Var :) Not defterime bakim akşam da yazim.

  9. emrah said,

    Aralık 23, 2012 @ 03:33

    sinüsoidal eğri kısmı haricinde güzel bir yazı.

  10. Dicle said,

    Aralık 28, 2012 @ 22:01

    “İçimdeki o gaddar ebeveyn” deyişi beni düşündürdü; ama çok değil. … “Depression”ın belirli bir anlamda insana küçük yaşta “aşılanabileceği”, en azından buna eğilim kazandırılabileceği doğru olmalı… İnsanların, belirli koşullar yaratılarak “depression”a itilebileceği ise, bilinen bir şey…

    “Depression”ın keder, hüzün, can sıkıntısı, moral bozukluğu anlamında hemen kimseye yabancı olmadığı apaçık. … “Ruhsal çöküntü” anlamında, çeşitleri olan, insanı derinden sarsan bir ruh hali olduğu anlaşılıyor. Kimi çeşitlerinde “cognitive behaviour therapy”nin yararlı olduğu saptanmış. Bildiğim kadarıyla amaç, kişinin düşünme tarzını, bakış açısını (fizik diliyle “frame of reference”ını) farklılaştırmak ya da değiştirmek. Kişinin “öznel gerçekliği” üzerinde etkide bulunmak… Örneğin kimileri “her şey”, “hiçbir şey”, “herkes”, “her zaman”, vb. deyişleri çokça kullanır. “Herkes şöyle…”, “Her şey böyle…” diye konuşurlar. Bunlardan olabildiğince kaçınmak, “hemen herşey”, “kimi şeyler”, “kimi insanlar”, “kimi zaman”, vb. demek ve düşünmek çok bakımdan daha doğru görünüyor. En azından “her şeyin” ve “herkesin” kafamıza sığmayacağı, sığamayacağı anlamında… Böylece, düşünce akışında “nesnel gerçeklik”, “öznel gerçekliği” dizginleyebilir. Hizaya getirebilir. Bu da, kişinin yönelimini farkılaştırabilir. Güç iş. … Psikolog ve psikiyatristlerin işlevi, dünyayı değiştirmek değil, bireyi ve olanaklıysa dünyanın o bireyle ilgili kesimini değiştirmek… Ama şairler ısrarla şöyle söyleyebilirler: “Her bireyin payına bir dünya düşer!” Belki “depression” ile “metaphor” arasında felsefi ve psikolojik bir bağ kurulabilir.

    “Dünyayı başkalarının gözünden görme” yeteneğine sahip kişiler mi “depression”a yatkındırlar, yatkın ya da “depression”lu kişiler mi dünyayı başkalarının gözünden görme yeteneğindedirler ya da bu yeteneği kazanırlar? Her ne ise, bu yeteneğin insanı “duyarlı” kıldığı ve kimi “duyarlı” insanların bu yeteneği olduğu apaçık. Duyarlılık, ister istemez duygusallığı, gönüldeşliği, vb. açığa çıkarır. Burada, hiçbir şeyin salt duygular üzerine kurulamayacağı yargısı sağlam bir dayanak olmalı. Duygusallık ile duygululuk da birbirinden ayrılmalı. İkincinin gerekçeleri çoğu zaman görünürdür.

    Fizyolojik nedenlerden kaynaklanan “depression”da ilaç kullanımını önermek yerine (örtülü ya da açık), kişi doktora yönlendirilmeli. Psikolojik desteğin önemi, gerekliliği de unutulmamalı. … Burada, “depression”dan kurtulmak ile başa çıkmanın çok ayrı şeyler olduğu, başa çıkmanın her zaman olanaklı olmadığı da vurgulanmalı. “Depression”la ilgili deneyimler paylaşılırken, yapıcılık önemsenmeli. … Son olarak, “depression” ve “depression”lu kişiler ciddiye alınmalı. Böyle kişiler her bakımdan desteklenmeye çalışılmalı.

  11. Dicle said,

    Aralık 28, 2012 @ 23:10

    Konuyla ne kadar ilgili, bilemiyorum; kişisel bir deneyimimi de yazayım dedim… İnsanoğlunun düşünce ve duygularını abartma eğilimi var. Bunun sınırı da yok gibi. En çok dalkavukluk ettiğimiz kendimiz değil miyiz? Belki de yanılıyorum… Eskiden, epey eskiden, yanlış anımsamıyorsam İncil’de geçen “ölüm derecesinde kederli” deyişi beni cezbediyordu. “Depresssion”da olduğumdan falan değil, üzüntümün, kederimin derecesini abartarak, kendime dalkavukluk etme eğiliminde olduğumdan. Sıradan kederi kendime yakıştıramıyordum, anlaşılan… Bu da, kişinin kendini koşullamasının (conditioning) bir örneği. … Eskiden, örneğin Oscar Wilde’ın Dorian Gray’in Portresi’ndeki şu tümceler de beni cezbediyordu: “Kuvvetli ihtiraslar ya berelenecek, ya bükülecektir. Ya çekeleri öldürüler, yahut kendileri ölürler. Sığ acılar ve sığ aşklar yaşar gider.Fakat derin aşk ve derin acı kendi derinliklerinde mahvolur.” Burada, o zamanlar kendime neyi yakıştırdığım apaçık. … Sonraları, çevremde ruhsal sorunları (tıpça tanımlanmış) olan kişiler bulundu. Kendime bakışımı değiştirmeme de, istemeden de olsa, yardımcı oldular. Onlarınkiyle, kendi düşünme tarzımı da sorguladım. (Düşünme tarzları salt zihinsel biçimlenmelerine bağlı olmasa da…) Hemen her zaman, tek tek şeyler olmadan genele ulaşılamayacağı gibi, bunları toplayarak da ulaşılamayacağı yolunda bir yargım olmuştur. Bu da, kısa sürede toparlanıp kendime çeki düzen vermemi sağladı. Boş deyişleri, metaforları, vb., sözün kısası kendime dalkavukluğu bıraktım. Dünya, her insanın varlığı gibi yokluğunu da kaldırabilirdi. Benimkini de öyle. İyi değil mi, ya? … Şunu demek istiyorum, kişi “depression”da olsun olmasın, dünyayı nasıl yorumladığımız çok önemli. Kendini sorgulamak ve özeleştiri de öyle. Gerçekliğin bilincinde olmadan, ona “sağlıklı” bir yoldan etkide bulunamayız. Bu, kendi gerçeğimizi kabullenmemizi de sağlar. Her ne ise. Sözlerim kimseye yönelik değil. “Depression”da olanlara hiç değil. … Demek ki, konunun epeyce dışında bir şeyler yazdım.

  12. ş said,

    Ocak 1, 2013 @ 13:16

    neden yorum yazdıımı bilmiyorum ama tam olarak bu düşündüklerini düşünüyorum Dicle, tabi ben henüz 20 yaşındayım belki bu yüzdendir ki sen nasıl çıktıysan o psikolojiden ben henüz çıkamadım, çıkmamın bir gereklilik olduğundan da emin değilim, sonuçta yaşam bir yerde bir oyun ve nasıl bir oyun olacağını biz belirliyoruz biraz uçlarda olması ortalarda olmasından daha iyidir belki, bu yaşamama engel olacak derecede beni takıntılı, ayrıntıcı, uç duygularda bir insan yapsa da , bırakamıyorum direkt bu fikirleri. üstelik bırakmak da doğru yaklaşımı bulmak değil, ‘ruh halime beynime ihanet olur’ diye dşünüyorm. bazen narsistlik derecesinde kendimin zeki olduğunu düşünüyorum, hatta düşünmek değil düpedüz ‘biliyorum’ ama bazen de hiç birşey i değiştiremeyeceğimi bu dünyada hiçbişey yapamıcamı ve sırf kendimi fazla onemsediğim için bile çok değersiz bir insan olduğumu düşünüyorum. bu kendimi dğersiz bulma durumumu bile an geliyor yüceltiyorum. sığ yaşamak lazım belki, iş güçle uğraşmak, hesap kitap yapıp okula-işe gitmek gelmek le yetinmek gerek. ama durmuyor ki bu beynimç ben de bimiyorum neden yazdım şimdi, içimden geldi. ama kafam çok karışık, bu yazıyı da iyi ki yazmışsın duygu.

  13. özlem köse said,

    Ocak 1, 2013 @ 22:39

    Kendinle ilgili yazdıkların beni TA’ya geri döndürdü. “TA nedir?” dersen;
    http://www.carolsolomonphd.com/web_pdfs/Transact.pdf
    http://en.wikipedia.org/wiki/Transactional_analysis

    Belki seninle benzer yaşantıları olduğunu paylaşan arkadaşlara da yardımcı olur diye..
    Sevgiler
    Özlem

  14. Dicle said,

    Ocak 3, 2013 @ 05:33

    Özlem Hanım, TA (transactional analysis)’yı duymamıştım. Bende, anlayabildiğim kadarıyla, insanlararası ilişkileri onların gerçek yaşam koşullarından ayrı tutup ele alan, sonlu sayıda zihinsel biçimlenmenin (“kişilik”in de denebilir, belki) etkileşimine indirgeyen, gene de pratikte zaman zaman işe yarar görünen (nasıl olduğu konusunda ayrıntıya girmek gereksiz, sanırım) bir “görüş” izlenimi yarattı. Yanılıyor olabilirim…

    Gerçeğe kıyısından köşesinden de olsa dokunmak, kişiyi “diri” tutar, herhalde. Gerçekle dolu kişi var mıdır, bilmemem, sanmıyorum; ama onu yan cebinde taşıyıp ara sıra sıcaklığını duymak bile, kişiye hiç olmazsa zor zamanlarında onu ayakta tutacak gücü verebilir, diye düşünüyorum. Görece (relative) “doğru”dan değil, katı sanılan, ancak bilincine varılınca esnekliği farkedilen, hatta zaman zaman bilimce fethedilebilen “gerçeklik”ten söz ediyorum… Ve gülme eylemini, gülebilme yetisini ve güldürebilme becerisini bu nedenle de önemsiyorum. Gülemiyorsanız, güldürmeyi deneyin. Kişinin kendisi ya da bir konuda “inancı” katı da olsa, gülmesi “inancını” kırmasa bile, yumuşatabilir. Belki arkası da gelir; çünkü “inanç”, bir kez gülme konusu olabilmiştir. Yanılmıyorsam Rabelais, Gargantua’da şöyle birşey söylüyor:

    “Gülen nar yeğdir, ağlayan ayvadan;
    “Çünkü gülmektir, insanı insan eden.”

    Helenler gerçekçiliğin ustasıydılar, gibime geliyor. Ardılları da az çok öyle. (Geçmişte, benzeri karakterde başka toplumlar da olabilir. – Ayrıca, “Helenler” derken, köle emeğiyle geçinen ayrıcalıklı bir üst sınıftan söz ettiğim de gözden kaçırılmamalı.) Diogenes Laertios’un “Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri” kitabını okurken, o kimilerince “tapılası” ünlü filozofların yaşamöykülerinin yalın ve katı bir gerçekçilikle anlatılıyor olması beni başlangıçta rahatsız etmişti. Bir ansiklopedi maddesinde bile hiç olmazsa az çok sezilebilecek duygudaşlıktan neredeyse iz yoktu. Sonradan, Diogenes Laertios’un tutumunu yerinde bulmaya başladım. Belki de alıştım. Her şey, olduğu gibiydi. Yüklemler (atıflar) değil, gerçeklikle ilgisi bakımından… (Tarihsel, mantıksal, vb. tutarsızlıkları ve yanlışları ayrı tutuyorum.)

    Amacım, “kişinin kendine dalkavukluğu” dediğim (metafor olarak düşünülebilir de, düşünülmeyebilir de) konuya bir kez daha değinmek. … Kitapta yazdığına göre, “ağlayan filozof” Herakleitos (“gülen”in Demokritos olduğu söylenir) toplumdan uzaklaşıp bir süre dağlarda “ot ve yeşillik yiyerek” yaşadıktan sonra, “bedeni su toplamaya” başlar. Kente döner. “Hekimlere bilmece sorar gibi sürekli yağmurlardan sonra kuraklık yaratıp yaratamayacaklarını” sorar. “Onlar ne demek istediğini anlamayınca, kendini sığır ambarına kapatıp tezeklerin sıcaklığı ile içindeki suyu buharlaştırmayı” umar. “Bu şekilde hiçbir şey elde edemeyince, altmış yaşında” ölür.

    Sözleri “karanlık” bir filozoftur Herakleitos. Daha sonraları Sokrates, yazdıklarını okuyup şöyle birşey der: “Anladığım kadarıyla mükemmel. Anlamadıklarım da öyle olabilir.” … Gerçekten Herakleitos’un ölümü böyle mi olmuştur? Sanmıyorum. Laertios’un, Herakleitos’un düşüncelerini kolay anlaşılamaz biçimde dile getirme merakını (hevesini) ya da alışkanlığını yaşamının dönüm noktasına çarpıcı bir biçimde taşımış olduğunu düşünüyorum. Burada da gerçeğin payı var, kuşkusuz. Çünkü, Leartios sanırım tam olarak şöyle demek isityor: “Yaşadığı gibi öldü.” … Yukarıda andığım Oscar Wilde’ın sözlerini bir kez daha yineleyeyim: “Kuvvetli ihtiraslar ya berelenecek, ya bükülecektir. Ya çekeleri öldürüler, yahut kendileri ölürler.”

    Sonuç? Sanırım yeterince yazdım. … Selam ve sevgiler.

  15. pınar sakaoglu turgut said,

    Şubat 19, 2013 @ 09:58

    düygücanımm, şu bira konusunda bir gıdım diyeceğim vardı :) hani doktorun da kimyasal olabilir demiş ya. ben hafif depresyon halinin, vücuttaki bazı eksikliklerden kaynaklandığına bi şekilde inanmış bir insan olarak ara sıra magnezyum almanı önerebilir miydim acep? ben burda sınav, iş, ev bilmem ne uğraşırken bir hayli bunalmıştım, bööle bir sıkıntılar, buhranlar… sonra doktora tezi yazan bir arkadaşım magnezyum B6 vitaminini önerdi. 4 ay kadar kullandım düzenli, 2 ayın sonunda, kendimi inanılmaz iyi ve güçlü hissediyordum. sonuçta beslenme, spor, (burda dendiği üzere hayat hijyeni) bi şekilde kafayı da bir arada tutuyor. sonuç olarak aslansın, kaplansın. öptüm!

  16. murat said,

    Şubat 20, 2013 @ 19:48

    duygu hanım nacizane önerim hem efor hem kondisyon gerektiren sporlar yapmak. bende uzun süre koşuya verdim kendimi ama pek de yararını görmedim, daha sonra bir arkadaşımın ev taşınmasına yardım ettikten sonra fark ettimki, işin içine kas gücünü de kullanmak girince daha da bir yararlı oluyor, sonra okulu bırakıp kendimi hamallığa vermedim tabi :)

  17. Gökçen said,

    Ağustos 1, 2013 @ 11:39

    İngilizcesi olanlar için Tara Brach insanını son derece tavsiye ediyorum. (İstek üzerine bu konudaki kaynakları listeleyen bir yazı yazabilirim).

    ben istiyorum düygü ablaaa

  18. Biyolokum said,

    Ağustos 1, 2013 @ 14:05

    O zaman aklımda hangi yazılar vardı kim bilir. Tara Brach’ın (soyadı Brak diye okunuyor) sitesindeki podcast’leri dinleyerek başlayabilirsin. http://tarabrach.com/audiodharma.html

  19. Kevser Topal said,

    Şubat 18, 2015 @ 04:36

    Birgün ben de kendi canavarımı üzgün ve şevkate ihtiyaç duyan bir küçük kız gibi iyileştirip rahatlatırım umarım. Senin adına sevindim. Sevgilerimle.

  20. rubyroom said,

    Şubat 18, 2015 @ 12:40

    diğer yazılarınız gibi bunu da arada açıp açıp okuyorum siz tekrar yazana kadar da eski arşivlerde gezicem herhalde bu yorumumu açıp okuyor musunuz onu da bilmiyorum sanıyorum ki pek okumuyorsunuz artık halbuki sizin yazılarınızı burayı yeni keşfetmiş birisi olarak çok üzüldüm keşke geri dönseniz ya da arada kapı aralığından gizlice bize seslenseniz

  21. Mehmet said,

    Haziran 18, 2015 @ 02:24

    Bir insan neden anti depresan alır hâlâ anlamış değilim. Belki de önyargılı davranıyorum. Ya benim başım ağrısa bir odaya kapanır geçmesini beklerim hap kullanmayı sevmiyorum. Daha dogrusu her başın ağrıdığında hap kullanırsan bir süre sonra bir tanesinin yetmediğine şahit oldum. Annem de öyle herşeye hap kullanır ama bir süre sonra vücuda o doz yeterli gelmiyor. Ben de hap kullanmak yerine alternatif şeyler yapıyrum. Başım ağrıdı diyelim önce bir şekersiz türk kahvesi içiyorum. Ağrı çok şiddetli ve hafiflemeyecek kadarsa duşa giriyorum sıcak suyu açıp ayaklarıma tutuyorum 15 dakika. Sonra bir şekilde hafifliyo. Ha ne alakası var lan antidepresanla hapın arasında derseniz. Bence anti depresan kolaya kaçmaktır.Yüzleşmemektir. Hapta öyle.İçeyimde kurtulayım demektir.Bundan 200 yıl önce ahh çok kötü durumdayım gidip psikologuma antidepresan mı yazdırayım deniyordu.Kendimii tanımıyoruz sadece. Bayanların çoğunda bu durum var. Belki de biz erkek olarak çok güçlüyüz. Benim de çok kötü oldugum durumlar oldu hayatı hızlı yasayıp her şeyin üst üste geldiği zamanlar oldu. ÇAreyi sporda buldum haftada 4 gün düzenli olarak spor yapıyorum. Amatörce ip atlama,barfiks,şınav,tempolu yürüyüş falan. Ne hap yutarım ne doktora giderim. Ne bi çıkmaza düşerim. Moralim bozuk mu atla ipini bak keyfine. Başkasına ihtiyacım yok ki. Bana benden başka kimse yardım edemez.

RSS feed for comments on this post · TrackBack URI

Yorum yapın