Koşmaktan bahsederken aslında neyi kastediyorum

Geçtiğimiz birkaç ayın zorlukları beni içime kapanmaya itti. Sosyal bir kelebek olmayı bırakıp odamda yalnız başıma daha çok vakit geçirmeye başladıkça buna aslında ne kadar ihtiyacım olduğunu da farkettim. Günlerimi düzene sokmak ve koşmak için vakit yaratmak biraz da bu sayede mümkün oldu. Kitap okumaya da daha çok vaktim oldu. Bu süreçte okuduğum kitaplardan bir tanesi Haruki Murakami’nin “What I talk about when I talk about running” (Koşmaktan bahsederken aslında neyi kastediyorum) kitabı oldu. Kitap, her sene düzenli olarak maraton koşan yazarın koşmak üzerine anılarından oluşuyor, ama isminden de anlayabileceğiniz gibi, aslında sadece koşmak üzerine değil. Bir nevi otobiyografi olduğunu bile söyleyebiliriz.


Murakami son yıllarda özellikle genç nesiller arasında çok popüler olan bir Japon romancı. Aslına bakarsanız ben Murakami’nin bu bahsettiğimden başka hiçbir kitabını okumamıştım. Ama onun kitapları ya da öykülerinden derlenen tiyatro oyunlarına gitmiştim. Bir yazarın “anıları” tarzındaki bir kitabı onun asıl ses getiren romanlarını okumadan okumak aslında biraz garip. Ama hem koşmak (benimki yarı-maraton) hem de yazmak (bilimsel makale) üzerine kendi maratonuma hazırlandığım bir esnada yakın arkadaşım (dünya tatlısı insan) Betsy bu kitaptan bahsedince okumaya karar verdim.

Kasım ayında düzenli olarak koşmaya başladığımda, yine birgün Betsy ile konuşurken bana Mart ayında Washington D.C.’de düzenlenecek olan bir maratona katılacağından bahsetti. Bu organize maratonlar genelde tam maraton (26 mil, yani yaklaşık 42 km) ve yarı-maraton (13.1 mil, yani yaklaşık 21 km) birlikte olmak üzere düzenleniyor. Yani isteyen tam, isteyen yarı-maraton koşuyor. Böyle ileri tarihte yapılacak bir etkinlik için yazılmak beni motive eder, koşmaya daha düzenli devam ederim diye düşündüğümden kayıt yaptırdım. Üstelik söz konusu maraton “Rock ‘n’ Roll” maraton olduğundan, müzik temalı oluşu hoşuma gitti. Betsy bana bir de yarı-maraton için idman çizelgesi verdi. Elimden geldiğince o takvime uyarak koşmaya başladım.

Uzun koşularımda bu yapay gölün etrafını bir kez mutlaka turluyorum.

Maraton gibi uzun mesafe koşan insanların psikolojisini hep merak etmiştim, o kadar uzun koşarken insan ne düşünür, sıkılır mı, vücut buna nasıl dayanır vesaire. Yarı-maraton için hafta sonları, her hafta biraz artırarak uzun koşular yapmak gerekiyor. 6 mil, 7 mil, 8 mil, 10 mil, 12 mil, 10 mil, 8 mil, 7 mil, 6 mil…. ve ESAS KOŞU. Ben bunların hepsini yapamadım ama bir kere Betsy ile 12 mil (bir kısmını yürüyerek) koştuk, ben yalnız başıma çok kereler de 8 mil koştum. Bu 8 millik koşular sırasında, ilginç psikolojik bir tekrara düştüğümü farkettim:

- İlk yarım saat: Yaleppim nasıl koşulucak ya bu 8 mil, daha şimdiden yoruldum.
- İlk saati tamamlarken: Sonunda ısındım! Daha yeni başlıyoruz, koşarım ki ben bu 8 mili.
- 6 mile kadar: Dışarda olmak ne güzel, yaşasın koşuyorum.
- 6’dan sonra, özellikle 7. milde: Ya ben deli miyim, çok uzun bu mesafe bana, 8 mil için böyle hissediyorsam o 13 mil nasıl koşulucağğğkk ühühü.
- 8 mili tamamlayınca: Süperim ya, koşum, yabtım işte bir kez daha başardımmmm! 13 mili de koşamazsam yürürüm napalım, önemli olan katılmaktı. Bi daha ne zaman koşuyoruz?

Bir yandan Murakami’nin kitabını okurken, onun çok farklı bir psikoloji ile koştuğunu gördüm. Ben kendime şefkatli davranıyorum, “ne kadar koşarsan kar, yürümek zorunda kalırsan da yürüsün be Düygüüü” diyorum. Murakami, “acı yok Raki” şeklinde kendini harap ederek koşuyor. Nitekim adam maratonla yetinmeyip bir de ultramaraton koşmuş (ultramaraton mesafeleri değişiyor ama Murakami’ninki 100 milin yani 160 km’nin üzerinde bir mesafe). O nasıl bir şeyin kafası bilemiyorum.

Velhasılı, geçtiğimiz Cumartesi günü yarı-maraton zamanı geldi çattı. Nasıl ki Murakami kitabında koşmaktan bahsederken aslında kendisinden, yazmaktan, hayattan filan bahsediyorduysa, benim için de bu yarı-maratona hazırlanma süreci koşmaktan daha fazla, daha çok, daha başka anlamlar kazanmaya başlamıştı.

Cuma gününü kısa bir 3 mil koşusu ile açtım, evde makalem üzerinde çalışarak ve bol bol makarna yemek suretiyle enerji depolayarak, ufaktan da “vıyyy yarın büyük gün” diye heyecan yaparak geçirdim.

Ertesi sabah erkenden uyandım. Maraton Washington D.C.’de anıtların ve müzelerin toplaşmış oldukları National Mall adı verilen alanda başlayacaktı. Maraton organizasyonu bize eşya çantası, tişört, yarışçı numarası, ayakkabıya takılan bir takip çipi vesaire vermişti. Eşya çantasını, (filmlerden hatırlayacağınız sarı renkli) okul otobüslerine, soyadı başharfine göre veriyorsunuz koşudan önce. O otobüsler sonra koşunun bittiği yerde sizi bekliyor, tekrar sıraya girip eşyalarınızı alıyorsunuz.

Koşunun başlamasını bekliyoruz.

Bu etkinliğe 30bin kişi katıldı. İnanılmaz kalabalıktı. Kalabalık yüzünden 1-2 dakikalık aralıklarla, grup grup başlatıyorlar. Ben arka sıralarda olduğum için, normalde 7:30’da başlayan maratona 8:17’de başlayabildim. Ama ayakkabı çipi sayesinde ne zaman başladığınız takip edilebildiği için, sonuçta mesafeyi tamamladığınız zaman ölçülebiliyor.

Ben 8 millik eğitim koşularım sırasında, yarı-maratonu 2 saat 45 dakika ila 3 saat arasında tamamlarım diye hesaplamıştım, çünkü koşunun bir kısmını yürümek zorunda kalacağım diye düşünüyordum. Hayatımın temalarından biri: kendini hep hafife almak. Koşuyu 2 saat 35 dakikada, hiç yürümeden, hep koşarak tamamladım. Ama bitiş çizgisine varmadan önce sizi biraz koşunun kendisine götüreyim.

“Siz o yollardan geçerken biz geri dönüyorduk”

Koşarken beni en çok şaşırtan şeylerden biri, insanların terledikçe üzerlerindeki kalın penyeleri, eldivenlerini filan yolun iki kenarına atmış olmalarıydı. “Acaba geri dönüp alacaklar mı? Ama mümkün değil, ne acayip iş.” diye düşündüm durdum. Sonradan Betsy’e sorunca, bana koşmaya başlamak için beklerken insanların üşümemek için üzerlerinde bulunan bu fazladan giysileri, koşu başlayınca ısınır ısınmaz attıklarını, sonra da maraton organizasyonunun kıyafetleri toparlayıp bir yerlere bağışladığını söyledi.

(fotoğrafları koşarken telefonumla çektiğim için bazıları bulanıklar efem)

Bu aralar okuduğum kitaplardan bir diğeri de (köleliği sona erdiren sevgili ABD başkanı) Abraham Lincoln’ün depresif kişiliğini inceleyen bir kitap. Kitabı okudukça Lincoln’de kendimden o kadar çok şey buluyorum ki, bu durum bana kalırsa hayatımın bir başka temasını çok güzel ortaya koyuyor: kendini Abraham Lincoln ile eş tutabilen, öyle büyük yerlerde görebilen, ama aynı zamanda kendini sevmekte de çok zorlanan şahsın ikilemi. Lincoln’ü “Gelmiş, geçmiş ve gelecek ruh eşlerim” listesine ekledim. Yarı-maraton rotası Lincoln anıtından geçeceği için çok mutluydum. Anıtın yanından geçerken Abraham’a içimden sevgilerimi gönderdim, “bak koşuyorum!” dedim.

Solda Lincoln anıtı, sağda uzakta Washington anıtı.

Bu kadar çok insanla birlikte bir şey yapıyor olmak muhteşem bir his. Normalde ısınırak ve “nası biticek bu mesafe” diyerek geçirdiğim o ilk yarım saat ben farkında olmadan uçup gitti. Buna rağmen, heyecanın beni hızlı koşup erkenden yorulmaya itmemesi için sürekli kendimi “ilk birkaç mili yavaş git, ısınana kadar yavaş ol, sakin ol, heyecan yapma” diye telkin ediyordum. Yalnız, koşmaya başladıktan kısa bir süre sonra (sabah yemeden koşmayı tercih ettiğim için) karnım guruldamaya başladı. Koşu başlamadan bir enerji jeli yemiştim, bir tane daha lüplettim.

Sevgili insanoğluyla kollektif, Washington D.C.’nin güzelim sokaklarından, parklarından, köprülerinden filan geçerken o kadar keyifli ve mutluydum ki, 7. mile vardığımızda yol kenarında bana tezahürat etmek için bekleyen arkadaşlarım şu fotoğrafı çektiğinde, bende yorgunluktan henüz eser yoktu.

Bundan birkaç mil sonra, North Capitol caddesine vardığımızda insanların bir kısmı artık yürümeye başlamışlardı.

Yanlarından, yavaş da olsa koşu ritmimi bozmadan geçerken tatlı bir yarışçı keyif aldım. Nihayet 10. milden sonra artık “eneee baya yoruldum ya la” diyerek, milleri saymaya başladım. Ama tek derdim yorulmaya başlayan bacak kaslarımdı, yoksa keyfim hala çok yerindeydi.

Bu etkinliklerde, koşmayan halk, yol kenarında koşanlara tezahürat ederek destek oluyor. Garip bir şekilde koşarken o tezahüratlar insana hakikaten iyi geliyor. Ortaklaşa yaratılan tatlı bir atmosfer işte. Koşanlar, kenardan onlara destek olanlar, kimi zaman şeker, hatta bira (!) filan ikram edenler. Tabi bu arada maraton organizasyonu düzenli aralıklarla su ve gatorade enerji içeceği istasyonları kurmuştu. Bir de bu maratonun rakınrol teması sebebiyle, yerel müzik grupları, belli aralıklarla koşu rotasına serpiştirilmiş, konser veriyorlardı, hem koşanlara hem tezahüratçılara eğlence.

Tezahürat şekillerinden beni en güldüren ve en hoşuma giden, iki kadın polisin yaptığı bir şey oldu. Koşmakta olduğumuz sokağı trafiğe kapamış olan polis araçlarından bir tanesinde, polislerden biri arabanın içinden hoparlör telsiziyle koşucuların numaralarını “anons” edip ciddi polis sesiyle “17820, iyi gidiyorsun, devam et” “35628, 25373, ritmi bozmayın” filan gibi şeyler diyordu. Hastası oldum.

Yarış, maratoncular ve yarı-maratoncular karışık başlıyor. Yarı-maraton mesafesinin bitmesine az kala, parkur ikiye ayrılıyor, maratoncular yola devam, yarı-maratoncular da yarım mil kadar ileride bitiş çizgisini geçiyorlar. O ayrıma vardığımızda artık o kadar yorulmuştum ki, maratoncuların, benim koşmuş olduğum bu mesafe kadar daha koşacaklarını düşününce aklım almadı. Ama eğitim şart! İnsan çalışırsa onu da yapar. Üstüne, ben yarı-maraton bitiş çizgisini geçerken, yan kulvarda, maratoncular çoktan iki katı mesafeyi neredeyse aynı sürede koşarak bitirmekteydiler.

Bitiş çizgisini kendimi bir olimpiyat maratoncusu gibi hissederek geçtikten sonra, madalyamı elime verdiler (Hakkaten! Bitiren herkese veriyorlar çünkü). Hemen ileride de, organizasyonun bir parçası olarak yolun iki yanında çikolatalı süt, elma, muz, sandviç, enerji yiyecekleri standları kurulmuştu. Birşeyler atıştırdım. Okul otobüslerinden eşya çantamı almak için sıraya girdim. Ne kadar mutlu olduğumu düşündüm (ve bunu ne kadar nadiren hissettiğimi), derin bir nefes aldım ve tadını çıkardım.

  • Share/Bookmark

20 Yorum »

  1. Aydin said,

    Mart 18, 2013 @ 15:11

    Duygu tebrikler! Imreniyorum boyle marathon kosabilenlere, madalyani kac bin dinara bana satarsin? Senden iyi olmasin ev arkadasim ilkerin selamlarini da iletiyorum.

  2. ferish said,

    Mart 18, 2013 @ 15:47

    harikasın.

  3. Sidika Arli said,

    Mart 18, 2013 @ 15:58

    Duygucum, maratoncu kuzucum :)
    Yine çok güzel yazmışsın, keyifle okudum. Birkaç gündür yazılarını okuyorum, son aylarda, ki o aylar senin zor ayların olmuş, yazılarını takip edememiş olduğumu fark ettim ve üzüldüm. Yazdıklarına üzülmedim yanlış anlaşılmasın, böylesi etkileyici yazıları geç okuduğum için üzüldüm. Yaşadıkların üç aşağı beş yukarı insanların yaşamları boyunca pekçok kez başına geliyor. Vücut yorgunluğu ve beyin yorgunluğu gibi ruh/can yorgunluğu da var. Bunları teker teker yorduğumuzda sorun çıkmıyor ama bazan farkında olmadan hepsini birden yoruyoruz, onlar da birlik olup aklımızı başımıza getirmek için bizi cezalandırıyor. Bu ceza genellikle aklımız başımıza gelene kadar bir kuyunun dibinde beklemek ya da bir cam fanusun içinde umarsızca etrafı seyretmek şeklinde gerçekleşiyor. Dibe vurmak dedikleri şey işte bu. Şarkıdaki gibi “dipteyim, zordayım, depresyondayım” uydurmuş da olabilirim :), ama “dipte olmanın en güzel tarafı çıkış yolunun tek olması” demiş birisi. Yaşam tıpkı senin maratona hazırlanırken yaşadığın süreçte olduğu gibi hatta belki bu katıldığın maraton yaşamın tam olarak kendisi. Arada bir enerji jeli hüpletmek, etrafı izlemek, ısınmak, soğumak, hızlanmak, yavaşlamak, çok yorulunca yürümek, fazlalıkları bırakmak, çiplenmek (son teknoloji), sevinmek, önüne çıkan yol ayrımı, karar vermek, yarıma razı olmak, ya da kendini anda olmayacak tam için zorlamak, vs. vs.
    Gece yarısı biraz saçmalamış olabilirim :) ama kendimi her halimle seviyorum :) Seni de her halinle seviyorum lütfen sen de sev ve Duyguma çok iyi bak, o bizim için çok değerli.
    Beni son zamanlarda çok etkileyen Charles Eisenstein ile Kutsal Ekonomi ve videosu izlemeye değer: https://www.youtube.com/watch?v=dI9OwsaxeQs
    Çok öptüm güzel yanaklarından <3

  4. murat said,

    Mart 18, 2013 @ 17:15

    duygu hanım merdiven çıkmayı deneyin derim koşaraktan, bana en iyi o geliyor, hem sizin orada gökdelende boldur…

  5. Özlem Öztürk said,

    Mart 19, 2013 @ 01:48

    Tebrik ediyorum:)
    …ve sevgilerimi yolluyorum size.

  6. Anoush said,

    Mart 19, 2013 @ 02:13

    Good for you!! You amaze me.

  7. nursel said,

    Mart 19, 2013 @ 05:19

    yavru kuşum ,her zamanki gibi harikasın..Ama küçüklüğünden beri de zaman zaman farkında değilsin bu harikalığının..Etrafında ,arada sana gaz verecek birileri lazım..Sıdıka teyzenin yazdıklarına da bayıldım..
    “Seni de her halinle seviyorum lütfen sen de sev ve Duyguma çok iyi bak, o bizim için çok değerli.” sözlerine yürekten katılıyorum…

  8. Felfecir said,

    Mart 19, 2013 @ 15:26

    Tebriklerrr!! :D

  9. Melikeadlıkişi said,

    Mart 21, 2013 @ 05:40

    Gayışlıgillerden gelen “Eneee nası goşcen o gada, yat uyu deli min” temalı mesajlara aldırmayıp, maraton koşan hastası olduğumuz kişiliksin. Çok seviyoz seni be Düygüm.

  10. Biyolokum said,

    Mart 26, 2013 @ 16:30

    Herkeslere çok teşekkür ederim!

    Aydıncım senin bana imrenmeni gerektirecek bir şey göremiyorum, sahalarda maratona taş çıkarıyorsun. :) İlker’e aleyküm.

    Düygü’ye iyi bakmaya çalışıyorum ama kolay bi insan değil!

  11. Dicle said,

    Mart 30, 2013 @ 10:28

    Duygu Hanım, kutlarım, hedefinize ulaşmışsınız…

    Koşmaktan bahsedersen böyle bir şeyi kastettiğiniz aklıma gelmemişti, doğrusu. Şaşırdım.

    Genel bir anımsatma: Kimseye sağlık kontrolunden geçmeden böyle uzun mesafe koşularına katılmasını önermem. Ben kendimi biliyorum, tanıyorum demeyin, mutlaka bir uzmana görünün.

    Sevgiler.

  12. Eros said,

    Nisan 9, 2013 @ 11:32

    Anaa Jane Adams biyolog ve Türkçe blogu varmış.

  13. Asena said,

    Nisan 16, 2013 @ 19:53

    Çok keyifle okudum, ona benzer bir keyifle de düşündüm..

  14. s said,

    Mayıs 8, 2013 @ 02:09

    Lincoln ile ilgili olan kitap su mu?
    http://www.amazon.com/Lincolns-Melancholy-Depression-Challenged-President/dp/0618773444

  15. Biyolokum said,

    Mayıs 8, 2013 @ 03:40

    Evet! Henüz bitiremedim. Ama çok severek okuyorum. ABD tarihi de ilgimi çektiğinden. Eğer fırsatım olursa umuyorum ki kitap hakkında buradan bir şeyler yazacağım. “

  16. vesile said,

    Haziran 20, 2013 @ 01:20

    duygu cum bayılılıyorum sana. yaşadıkların hissettiklerin bu kadar güzel bir dille ancak bu kadar anlatılabilirdi. sen hep yazsan mı acaba bırak börtüböcek, kurbağacıklarla uğraşmayı hep yaz yazyaz

  17. alexandra said,

    Eylül 16, 2013 @ 08:30

    run Duygü run! :)

  18. Kadir said,

    Nisan 11, 2016 @ 13:47

    Mutlaka okumuşsunuzdur ama Haruki Murakami’nin Koşmasaydım yazamazdım kitabı da oldukça keyifli bir kitap. Koşan biri olarak 33 yaşında iki kalp deliğim olduğunu farketmek beni de ölümden döndürdü. Şimdi sağlığım daha iyi ve bu durumumu kesinlikle koşuya borçluyum.

  19. Japonya turu said,

    Ocak 22, 2019 @ 09:06

    abraham lincoln’ün kitabının ismini paylaşır mısınız?
    bir de yazının en başında bahsettiğiniz marukami’nin ktiabı türkçe olarak basılmamış mı henüz?

  20. Biyolokum said,

    Mart 5, 2019 @ 10:46

    Merhaba,
    Lincoln’s Melancholy: How Depression Challenged a President and Fueled His Greatness
    Yazar: Joshua Wolf Shenk

    Murakami’nin kitabı Türkçe’ye Koşmasaydım Yazamazdım başlığıyla çevrilmiş.
    https://www.dogankitap.com.tr/kitap/kosmasaydim-yazamazdim

RSS feed for comments on this post · TrackBack URI

Yorum yapın