Parc Montsouris
Paris’e ilk kez bir konferans için gitmiştim. Konferasın öncesinde ve sonrasında Fransa’da biraz gezmeyi planlıyordum. Uzun seneler New Orleans’ta yaşadığım evde, Couchsurfing sitesinden gezginleri ağırlamıştım, ama ben seyahat ederken bu şekilde ağırlanma fırsatım olmamıştı. Paris’te konferans başlayana kadar beni ağırlayacak birini bulmam biraz zaman almış, ama niyahet doğru anahtar kelimelerle arayıp bulduğum birine attığım mesaj sonuç vermişti (anahtar kelimeler “death metal” ve “science”).
Yohan isimli, şövalye görünümlü, metal müzik ve “medieval reenactment” sevdalısı ve elektrik mühendisliği alanında doktora yapmakta olan ev sahibim, pazar günü Paris’e varıyor olduğumu öğrenince “O gün ben arkadaşlarımla bir parkta piknik yapıyor olacağım, sen havaalanından direk oraya gelebilir misin?” demiş, ben de daha Paris’e adım atar atmaz, şehrin yerlisi bir grup insanla piknik yapacağım diye sevinçten havalara uçarak bu teklifi kabul etmiştim. İşte böylelikte sırtımda çantamla havaalanından RER B trenine atladım, yaklaşık 1,5 saat sonra kendimi 5 tane fransızla nefis bir parkın ortasında buldum. İnsanlar uzanmış güneşleniyor, şarap vesaire içip bir şeyler yiyor, çocuklar da büyükler de oyunlar oynuyordu. Ben yeni arkadaşlarımla yiyip, içip keyifle sohbet ederken “keşke ben de böyle bir parkın yakınında yaşasaydım, sık sık piknik yapsaydım” diye düşündüğüm anı çok net hatırlıyorum. Bu piknik, seneler önce (2010 yazında) doktorayı bitirmeme yarım sene varken, meşakkatli bir kimlik bunalımının doruk noktasındayken, hayatımda yaşadığım en sıkı depresyona az bir zaman kala gerçekleşmişti. Parkın adı Montsouris, metro durağı Cité Universitaire.
Şu anda bu satırları o parka nazır, yaşadığım yere 5 dakika uzaklıkta bir café’den sütlü kahve içip tiramisu yerken yazıyorum. Buraya taşınalı yaklaşık 6 ay oldu. Belki Paris’e taşınmış olmam şans eseri değil, ama “keşke böyle bir yerde yaşasam” deyip ondan yaklaşık 5 sene sonra aynı parkın karşısındaki Cité Universitaire’de yaşamaya başlamış olmam bana kalırsa hafife alınmayak şahanelikte bir tesadüf! Ev arama sürecinde üniversite sayesinde bu “lojman”ın bana çıkacağına dair hiçbir fikrim yoktu. Adresi öğrenip haritadan bakıp da yolun karşısındaki parkı farkedince gözlerime inanamadım. O kadar ki, Yohan’la eski yazışmaları açıp doğrulama ihtiyacı hissettim ve evet, o dileği diledikten 5 sene sonra ben şu koskoca dünyada başka bir yer yokmuş gibi işte tam o parkın karşısına taşınıyordum! Hayat bazen kıyaklısından denk gelince lezzeti bir başka oluyor.
O piknikten beri ne kadar çok şey değişti ve ne kadar çok şey aynı kaldı. Hem değişenlere, hem değişmeden kalanlara şaşırıyorum. Artık o çok depresif insan değilim, ama hala endişelerle tetiklenen depresyonlarla mücadele ediyorum. Hala bilimi çok seviyor, ama bilim insanı olmanın zorluklarından nefret ediyorum. O zaman çok ciddi kimlik bunalımları yaşıyordum (hayatımla ne yapmak istediğime bir türlü karar veremiyordum) şimdi de benzer hisleri yaşıyorum (sorular aynı ama içerik değişti). O zaman Paris’in kafelerinde oturup minik yolculuk defterlerime hayatımda o ana dek yazığım belki de en dürüst satırları yazarken de hep bir kitap yazmanın hayalini kuruyordum, şimdi de öyle. Paris’i bütün ünlü yazarlar terketmiş ve turistler basmışken ben yine de bu cafélerde yazma klişesini hayata geçirdim ve geçirmeye devam ediyorum ya, gururluyum. Bi fularım eksik* (heh heh).

Bulduğum her fırsatta yazarken. 2010 – Arcachon, Fransa. (Fotoğraf: Karo)
Geçenlerde, kitap fikrine malzeme olur mu diye eski günlüklerimi karıştırdım. Bu “her şeyin çok değişmesi ama bir yandan da değişmemesi” paradoksu özellikle o günlüklerde o kadar belirgin ki, bir hafta kendime gelemedim. Ama sonra beni rahatlatan ve mutlu eden bir şey fark ettim. Ona değineceğim az sonra, fakat önce eski defterlerden bir sayfa (yazım hatalarıyla aynen aktarıyorum, orjinal sayfanın fotoğrafı da burada):
10 Haziran 1997, Salı (Biyolokum 16 yaşında)
Her gün sanki başka başka insanlar tanıyormuş gibi, kendimi tanıdıkça garip bir heyecan duyuyorum. Bir adım, sonra bir adım daha… Kendime yaklaşıyorum. Bazen sıkıldığım oluyor kendimden kaçıyorum. O zorlukla çıktığım yokuştan aşağı sallanıyorum. Herşey başa dönüyor. Aynı yokuşu tekrar çıkmam gerekiyor. Bir dahaki sefer kendimden, gerçeklerden kaçmamak için uğraşıyorum.
Yinede, yinede… Neyse işte öyle…
Bazen de kendime sinir oluyorum.
Karışık duygular içerisindeyim…
Belki de değilim.
Yok yok, öyleyim.
Peki ben niye böyleyim.
Not: bu kafiye istemeden oldu.
:’)
Fark ettiğim şeye gelince… Günlükleri okurken, geçen sefer olduğu gibi, önce yine kalbim kırıldı o sayfalarda bulduğum mutsuz Duygu’ya, sonra farkettim ki, bu blogu yazmaya başladığım zaman günlük tutma tarzım değişmiş. Önceleri sürekli negatif şeyleri defterlere kusan bir insanken, blogdan sürekli şikayet etmek istemediğimden, düşündüklerime yazdıklarıma bir çeki düzen vermişim. Zoraki biraz daha pozitife odaklanmak durumunda kalmışım. Blog yazmaya başlamanın benim için bu kadar ciddi bir dönüm noktası olduğunu hiç düşünmemiştim (Meren’e “toplu e-mail atacağına blog yazsana” diye bana bu fikri verdiği için müteşekkirim). Bu süreçte kendim için tuttuğum defterler de değişmiş, biraz daha “akıl defteri” halini almışlar: fikirler, güzel kitap vesaireler, önemliyse kısaca yazılmış olaylar, seyahat sırasında seyahat yazıları ve notları… Bir anda bloguma karşı öyle bir sevgi ile doldum ki, bu durum bana buraya yazmayı özlediğimi fark ettirdi. Aslında, son yıllarda kendimle barışma sürecine girmenin bir eseri olarak, belki çelişkili gelecek size ama, biraz içime kapandım. Zira artık kendimle başbaşa kalabiliyorum. Yalnız vakit geçirmekten keyif alıyorum. Buradan yazılar yazmak yerine kendime özel defterlere yazmayı tercih ediyorum/ediyordum bir süredir. Fakat şimdi burayı yeniden canladırmaya dair bir dürtü var, yeniden yazmak istiyorum.
Özetle sevgili okur, ABD macerası ve bu güncenin başlamasından neredeyse 10 sene sonra! Düygü the Biyolokum, daha çok Düygü, daha az Biyolokum olarak, hem çok değişmiş, hem de hiç değişmemiş olarak yeniden karşınızda ve Paris’ten bildiriyor.
* Nihayet oturup yazmam için gereken aktivasyon enerjisine erişmemi sağlayan, geçen hafta Paris’i ziyarete geldiğinde İmo ile Montsouris Parkı’nda kuruvasan yiyip sohbet etmek oldu. Ona da buradan teşekkür.
Meren said,
Mart 7, 2015 @ 14:31
Yasasin :)
Ben de kendi blog’uma dair ayni benzer hisler icindeyim. Son bir yilda bir yazi yazdim. Ama yazmak insana iyi geliyor. Yazmak lazim. Cok iyi yapmissin!
Optum.
nevzat said,
Mart 8, 2015 @ 08:52
belki tasavvufi bi düşünce gibi gelicek ama yazayım dedim: kendinden kaçan hiçliğe ulaşır. hiçten de hiç bi şey çıkmaz :)
Pinar said,
Mart 8, 2015 @ 09:28
❤️ yalnizlik guzel de, arada bir telefona da baksak keske ^^
Faruk Ahmet said,
Mart 8, 2015 @ 12:38
2-3 yıllık ağır bir depresyon döneminden sonra internetin yalnız kuru bilgi değil insanî iletişim de içeren taraflarını keşfettiğim zamanlarda ilk müdavimi olduğum blog burasıydı galiba Duygu, o yüzden kalbimdeki yeri hâlâ ayrı, ve yeni yazı görmek her zaman mutlu ediyor beni. Hoşdöndün.
anne kişisi said,
Mart 8, 2015 @ 13:28
Harikasin kuzucugum..eline klavyene saglik..bekliyoruz devamini canim..tadi damagimizda kaldi.
Umit Orhan said,
Mart 9, 2015 @ 18:42
Harika bir yazi olmus.
Ben de 10 yil once yazdiklarimi okuyunca benzer duygular icerisine giriyorum. “Wherever you go there you are” Zaman icin de gecerli demek ki.
Biz de esimle 3 aylik kuzey amerika seyahatimizin baslangicindayiz. Tam da gelmisken New Orleans da Merenle Duygulara ugrar, belki koltuklarinda surf yapariz diye dusunuyordum. :) Parise tasinmissiniz! Gerci 3 aya koca kitayi nasil sigdirabilecegimize sasirdik kaldik. (Umarim en azindan Meksika ve Kubayi guzelce gezebiliriz.) Pariste zaman harika geciyor olmali. Biz de Agustos sonu master icin Kopenhag a tasinmis olacagiz. Bekleriz. Ya da Haziran gibi Girit’e.
Bol gunesli Los Angeles’tan selamlar.
Umit
Biyolokum said,
Mart 10, 2015 @ 13:56
Ümit, Meren’le ben New Orleans’tan ABD’nin (ve artık dünyanın) başka köşelerine dağılalı 5 seneden fazla oluyor :) Ama siz fırsatınız olursa yine gidin New Orleans’a. ABD’nin en görülesi şehirlerinden biri (hatta en görülesi şehri olduğunu bile iddia edebilirim).
erengul said,
Mart 14, 2015 @ 05:39
yaşasın sonunda çok sevindim :)) yaşadığınız olaylar o kadar tanıdık ki sadece kendimin böyle olmaması beni mutlu ediyor sizi okumak bana çok keyif veriyor umarım yakın zaman da kitap ta yazarsınız blog yazılarınız da da arayı bu kadar soğutmayın lütfen
Emre said,
Mart 18, 2015 @ 04:14
Bu hoş haberler gülümsetti, okumak için sabırsızlanıyorum.
Erdal said,
Mart 23, 2015 @ 22:09
Yazın Düygü hanım çok özlettiniz
gaye said,
Mart 26, 2015 @ 18:55
Blogun sessiz ve eski takipcilerinden biri olarak ara sira sizi merak ediyor girip bakiyordum, bunu gorunce cok sevindim, nedense sizi gozumde koydugum yer, basarilariniz, yasadiginiz hayat(yani gosterdiklerinizdwn cikarimladigim) dolayisiyla bu kadar kirilgan olabileceginizi dusundurmemisti. Hep neden boyle oldugunu anlamak istedim, yazdiklariniz belki siz ana nedenleri yasiyor oldugunuz icin acik gibi gorunse de aslinda cok muglak. Ya da insani depresyona surukleyen belirgin bir neden olacagi onyargisiyla benim icin belirsiz kaldi. Her neyse, sizi yeniden gormek ne guzel, birinin hayatina boyle uzaktan dahil olmak, hatrinda yer etmek…niye sizi sectim bilmiyorum, ama mutlu oldum iste yeniden gorunce, sevgiler…
erengul said,
Mart 28, 2015 @ 16:23
sayın gaye bende duygu hanımın blogun da ara sıra dolaşan sessiz eski takipçilerinden biriyim .bir ara baya bende bağımlılık yapmıştı sürekli okumak istiyordum lakin duygu hanım artık yazmıyordu bende başka bloglara baktım ama aynı tadı vermedi niye duygu hanım diye sordum sanırım çok doğal olması içten olması belki de başka bir şey