Sugar bir film ve yumurtayla kültür şoku

Geçen cumartesi Meren’le Richard Cheese konseri için Fransız Mahallesi’ne gittik (ki Meren de bu günümüzün başka ayrıntılarını şurada pek güzel anlatmış). Konser House of Blues denilen ünlü bir mekanda idi. Biraz erken gitmiştik, üstüne Richard Abi’nin 9.30′a kadar sahne almayacağını öğrendik. Madem yakınlardaki, Canal Place Theater’a gidelim, bir film izleyelim dedik (New Orleans’ta yabancı veya bağımsız filmler gösteren tek sinema -malesef-).

Ufak bir yer olduğundan 4 salonu var zaten. Sanırım tükkanı açık tutabilmek için o sıralar çok popüler olan filmlerden birini mutlaka bir salonda gösteriyorlar. Yani genelde 3 seçenek kalıyor geriye. Şansa bakın ki bu defa bir salonda “Angels and Demons” diğerinde de “Star Trek” vardı (öhhh). Kalan iki seçenekten biri Jim Jarmusch’un son filmiydi fakat uzun sürüyormuş, ona girersek konsere geç kalacaktık.

Bu yüzden son seçenek olan Sugar isimli filmin afişine doğru yollandık ve ne yalan söyleyeyim afişinden zerre kadar ilgimizi çekmedi. Yani normalde bu filmi hiç izlemeyecekken, hadi girelim bari dedik. Ve nefiiiisssssti, hem de çok nefis… Söylenmediği halde izleyiciye ulaşan, hissettirilen o kadar çok şey vardı ki yazmak zor.

Türkiye’de gösterime girer mi bilmiyorum, zira filmde ABD’deki büyük beyzbol takımlarının, ufak Latin Amerika ülkelerinde oluşturduğu “öğrenci kampları” ile kendilerine oyuncu yetiştirmeleri, bu oyuncuların tek kelime İngilizce bilmeden ABD’ye gelişleri, yaşadıkları kültür şoku, en ufak bir sakatlanmada işe yaramaz hale geldi denilerek paketlenip evlerine yollanışları konusu işleniyor. Bu insanlar ufacık yaşlardan itibaren okula gitmek yerine beyzbol kamplarında sporculuk öğreniyorlar (yaşadıkları ülkede hiç işlerine yaramayacak olan bir “zanaat”). Bunun hiçbir gelecek garantisi yok. Bir çeşit insan pazarı, garip bir üstü kapalı köle ticareti gibi… Boş hayallerle doldurulan bu neşeli Latinleri görünce insanın canı sıkılıyor.

Filmin beni ve Meren’i bu kadar etkilemesinin sebeplerinden biri de bir insanın ABD’ye ilk geldiği zamanlarda yaşadığı zorluklara dair ufak tefek ayrıntıların filmde nefis işlenmesi ve bizi kalbimizden vurmuş olması. Mesela komik bir tanesi benim ABD’de yaşam ile ilgili hep insanlara anlattığım bir şeydi: Eğer kahvaltı mekanları olan “diner“lara gidip tam da istediğiniz gibi bir kahvaltı ısmarlayabiliyorsanız, ABD’de yaşam konusunda ilk “level”ı atlamışsınız demektir. Çünkü bu hakikaten duyulduğundan çok daha karmaşık bir iş.Yani bir kahvaltı ısmarlamak ne kadar zor olabilir ki di mi?

“Diner”a gittiğinizde garson size gelip siparişinizi sorar (buraya kadar normal). Diyelim yumurta istiyorsunuz (genellikle menüde en kolay ısmarlanabilir görünen şeylerden biridir: “2 eggs and sausage” der mesela menü).Siz de “I want two eggs and sausage” dersiniz (basit). Sonra garson size hiç beklenmedik şu soruyu sorar: “How would you like your eggs? Sunny-side up or scrambled?”. Pardon efenim?, dersiniz, tekrar eder. Hiçbişey anlamaz ve şansınızı bu sorunun bir evet-hayır sorusu olduğundan yana kullanıp “yes?” dersiniz. Bıkkıntıyla size bakan garson ya da yanınızdaki arkadaşınız durumu size açıklar.

Ama daha bitmemiştir. Sonraki soru şudur: “Would you like toast or biscuits?” (Ne tip ekmek istediğiniz sorulur). Toast size en manalı gelen seçenek olduğundan toast dersiniz. Kimi zaman bu kahvaltıya bir de “side item” dahildir (yani birkaç seçenekten birini alabildiğiniz bir ek yiyecek, patates kızartması olur, grits denilen bişi vardır o olur, fasülye olabilir). Artık başka bir şey sormasın diye gözlerinizle yalvararak baktığınız garson son sorusunu da patlatır “What do you want on the side?”Bu noktada bayılma hakkınız var. Kahvenizi ne şekillerde içebileceğinize ve ilgili sorulara hiç girmiyorum bile.

Her neyse filmde de aynen buna benzer bir şey oluyordu, pek hoşumuza gitti. İnce düşünülmüş ayrıntılarla bezeli böylesi güzel ve sade bir film izlemeyeli uzun zaman olmuş. Bu arada bu film, başrol oyuncusu Algenis Perez Soto’nun ilk filmi ama daha çok canlar yakacak gibi. Bir şekilde, bulursanız mutlaka izleyin.

  • Share/Bookmark

24 Yorum »

  1. Nazim Keven said,

    Haziran 9, 2009 @ 14:59

    su kahvalti muhabbetiyle kopartin valla, allah mustehakini versin demek istiyorum gulmektenden oldum, her halde aynisi benim de basima geldigi icin…vancouver’a gelisimin ilk gun sabahi, kaldigim hostelin belese kahvaltisi var yandaki cafede…iyi dedik gittik hevesle…seninkisi yine iyi masada oturup menuden takiliyorsun, benim ki ayak ustu kasada siparisti….ben bir kahvalti istiyorum diye basladi zorlu mucadele, once hangi tip kahvalti istedigimi sordu frontier mi traditional mi bilmeme ne mi, hobala ne guzel cesitlilik gozunu seveyim turkiyede olsa bak tek tipe tabi olursun dedim icimden de basima ne gelicegini bilmiyorum tabi ilk gun toylugu, frontier alayim ben dedim (sosis yumurta tadinda olanindan) ondan sonra supriz sorularla gol ustune gol yedik valla deplasmanda, yumurtani oyle mi istersin boyle mi ekmek soyle mi olsun boyle mi olsun kahveni suna mi koyayim buna mi koyayim diyor bir de garson otomatige baglamis bir hizli soyluyor ki hic bir sey anlamiyorsun yes, no, medium, what, whatever, just give me my f.ckin breakfast! …. felaketti kahvaltiyi aldim sonunda ama cok yoruldum valla cok … ilk supermarkete girisimde de bir saaten asagi cikamadim uc bes parca bir sey almaya calisirken, abi yumurtanin kirk bin cesidi olur mu ya, sut dedigin suttur bunun cesidi olmaz, bir iki farkli marka olsa anlarim da cesit farki olmaz abi … insan salaga donuyor o kadar cesidin icinde, reklam sektorunun ne ise yaradigini asil amerikada anliyor insan … sugar’a da tez elden bi goz atmali

  2. Düygü said,

    Haziran 9, 2009 @ 15:24

    Eheh :))) Evet bunun nası bişey olduğunu ancak yaşayan bilir!

    Ben bunu yazınca Meren’in aklına bir de onun başından geçen şu olay gelmişti, onu da yapıştırayım dökümantasyon tam olsun:

    Subway’de ağır aksanlı bir zenci bayan tost yapmak için kullanılacak ekmeğin cinsini sormaktadır:

    - white or wheat? (Beyaz mı kepekli mi?)
    - yes.
    - (bir süre bezgin bir şekilde müşterinin gözlerine baktıktan sonra)
    white or wheat?!
    - no? :(
    - the bread! what kinda bread? white or wheat? (Ekmek diyorum! Ne tür ekmek istiyorsun, beyaz mı kepekli mi?)
    - yes? :(((((( mühühü
    - O.K. wheat it is. (Offff tamam kepekli dedim gitti).

  3. duygunun annesi said,

    Haziran 9, 2009 @ 16:04

    ha ha ha haaaa ,ho ho hoooooyyy….göbekten güldürdün bu sıkkın günümde…teşekkürler canım…

  4. meren said,

    Haziran 9, 2009 @ 21:01

    Yaa dostum. Çok fenaydı o günler. Düygü’nün yukarıda girişini yazdığı olayı Internet’e rezil rüsfa olmak pahasına tamamlamak isterim..

    Bendeniz New Orleans’a ayak basalı bir bilemedin iki hafta filan oluyordu. Düygü tarafından evde kedi gibi besleniliyorum, dışarı çıkmak filan yok, korkuyorum dışarılardan malum.

    Bir gün Düygü hanım dedi ki “bizim okula gel hadi”, “otobüsten indikten sonra şurada kalan bir Subway var, arkadaşımla bana birer sandviç de kap”. İyi dedim. Okul şehrin merkezinde. Atladım otobüse merkezde indim. Subway’i buldum. Başıma gelecekleri bilseydim Subway’i bulmaz, doğrudan okula gider, Düygü ve arkadaşına da mok yemelerini tavsiye ederdim. Gençlik işte.

    Girdim içeri. Katrina Kasırgası’nın ardından açılan çok az sayıda dükkandan birisi. Bir de öğle tatili vakitleri, şehir merkezinde kim varsa doluşmuş içeriye, çalışanlar burunlarından soluyor. İğne atsan yere düşmez. Sıraya girdim, heyecanla bekliyorum (bundan önce başarılı bir marketten sigara alma deneyimim olmuş, özgüven dorukta). Önümdekilerin neler yaptıklarını dikkatle izleyip ezberlemeye çalışıyorum. Fakat nafile, neler dönüyor anlamıyorum..

    Bilmeyenler için Subway’de ana tema şu: önce ne tür bir sandviç yemek istediğinizi seçiyorsunuz (yukardaki ışıklı panolarda resimleri var, bu kısım kolay), sonra ekmeğin cinsini soruyorlar ve sizden şunlardan birisini seçmenizi bekliyorlar: white, wheat, rye, sourdough, honey oat ve duruma göre bir iki ekstra çeşit ekmek. Tabi hepsini sıralamıyorlar da “white or wheat?” diyorlar hızlıca. Eğer “Level 0″ iseniz yes, no ya da what diyorsunuz. Level 1 olduğunuzda “wheat” diyiveriyorsunuz. Level 2 ve 3′lerin “honey oat” filan diye artistlik yaptıklarına ben şahsen şahit oldum. Her neyse. O gün olayın bu aşamasının nasıl bir rezillik çerçevesinde geliştiğini Düygü yazmış, ben bir daha yazayım bütünlük olsun diye. Zenci abla acele bir şekilde ekmeğin cinsini sorar ve bu zenci abla ile 10.000 kilometredeki ana vatanını düzgün bir diksiyon ve geniş bir kelime haznesi ile bırakıp yaban ellere gelmiş bendeniz arasında şu acıklı ve yıllar boyu unutulmayası sohbet vuku bulur:

    - white or wheat?
    - yes.
    - white or wheat?!
    - no? :(
    - the bread! what kinda bread? white or wheat!?
    - yes? :(((((( mühühü
    - O.K. wheat it is

    Bu sırada tabi sıranın gerilerinden, kasiyerden filan kıkırdama sesleri yükselmekte, insanlar tüm tanıdıklarına anlatacakları bu olayın aktörünün yüzünü görmek için eğilip bükülmekte, çok felaket bir olay yaşandığını anlamış olan bendeniz ise şu alternatifleri değerlendirmektedir: 1, yeri yarıp içine girmek, 2, amuda kalkıp ilgiyi dağıtmak ve o şaşkınlığı fırsat bilip dükkandan kaçmak..

    O noktada tüm medeni cesaretimi topladığımı ve kendi kendime “yüzdüm yüzdüm kuyruğuna geldim, parayı ödeyip çıkacağım, sakin olmalıyım” dediğimi hatırlıyorum. Fakat kader bu harika telkini benim kendi kendime attığım en büyük kazıklardan birisine dönüştürecek olan ağlarını çoktan örmüştür. Çünkü Amerika’ya yeni adım atmış birisi için Subway’deki en kazık aşama aslında ekmek tercihinin “ardından” gelmekte ve size sandviçin içine neler koyulmasını istediğiniz sorulması şekli ile yaşanmaktadır (“biber, turşu, zeytin, marul, mayonez, hardal, tuz, ha biraz da nane, biraz da kimyon at koçum” filan falan diye saydırma zamanı yani).

    Tabi ben İngilizceyi mutfakta değil bilgisayar başında öğrenmiş bir insan olduğum için sebze isimleri hakkında zerre kadar fikrim yok. Tam sandviçin parasını ödeyip kendime güvenimi dükkanda bırakarak olay mahalini terk etmek üzereyken bizim zenci ablanın bana bir şeyler söylediğini işittim, ne dediğini duymasam da “seninle daha işimiz bitmedi, sürüm sürüm sürüneceksin, buralara geldiğine pişman olacaksın” dediğini hemen anlamıştım. Bir anda bütün dükkan başıma yıkıldı. Ben diz çökmüş ve iki elimi havaya açmış göklere “NNNnnnoooooOOOOO” diye yakarırken pür dikkat olaya odaklanmış olan müşteriler, yemek yemekte olan müşteriler, tam çıkacakken kapıdan dönmüş olan müşteriler, sırada beklemekte olan müşteriler ve hatta tezgahın ardındaki çalışanlar ve hatta dışarıda yol onarımı yapan meksikalı işçiler yıllardır işlediği suçların cezasını çeken bir suçlunun darağacına gidişini kutlarcasına hep bir ağızdan sevinç gösterilerine başlamışlardı..

    Hiç bir kaçış yolu yoktu. Tüm çıkışlar tutulmuştu. Ne kadar çaresiz ve yalnız olduğumu anlamam, kaderimden kaçamayacağımı görmem zaman almadı. Camlı tezgaha doğru yaklaştım. Şeriatın kestiği parmak acımayacaktı.

    Artık cellat maskesini de takmış olan zenci ablamız bir elinde içine bir şeyler konulmasını bekleyen, ağzını canavar gibi açmış sandviçlerden birisini tutmakta, diğer elini de bir prenses edası ile sallayarak önünde duran -isimlerinin daha sonradan “lettuce”, “onions”, “cucumbers”, “green peppers”, “carrots”, “olives”, “pickles” filan olduğunu öğrendiğim- işkence aletlerini göstermekte, bana maskenin altından “40 katır mı 40 satır mı” der gibi bakmakta idi..

    Hiç birini istemiyordum. Bu işkence hemen bitsin istiyordum. Suçlamaların hepsini kabul etmiş, infazına kendi ayakları ile gelmiş birisi için acısız bir ölüm yok muydu menüde? “Amerika’da iğne ile yapılıyor bu idamlar sanırdım” dedim. Herkes acısız ölürse siyahların yıllardır çektiği acıların hesabını kim verecekti? Tüm müşteriler bu konu üzerinde mutabık olmuş kafa sallıyorlardı. Onlar da haklıydı. Birisi artık yaşanmış haksızlıkların hesabını vermeliydi. Vakit gelmişti. Benim payıma kahraman olmak değil ibret olmak düşmüştü. Olsun varsındı:

    Meren: Mmm. Could you please pick the ingredients for me?
    Cellat: WHA? Wha yo mean by that?
    Meren: Just put anything you want? Please?
    Cellat: WHA?
    Müşteriler: OMG! Did you hear what he said?

    Bu noktada Meren’in gözleri kararmakta, dizlerinin bağı çözülmektedir, kendisini bir tünelin içerisinde görür, tünelin sonundaki beyaz ışığa doğru ilerlemektedir, o sırada giderek azalan bir ses tünelin duvarlarında yankılanır:

    Belediye başkanı (kasiyer): Hey, he doesn’t kno girl, just put somethin’ togetha n’ let’m go girl, c’mon.

    Sonrasını hatırlamıyorum. Kendime geldiğimde her trafta tüplerin, mikroskopların olduğu bir yerde idim. Önce öldüm sandım fakat kısa bir süre sonra Düygü’nün labına geldiğimi fark ettim. Başımdan geçenlerden ve bu sandviçleri hangi zorluklardan geçerek kendilerine ulaştırdığımı bilmeyen sahiplerinin yanından ayrılırken Subway’e bir daha hiç gitmeyeceğimi söyledim. Gerçekten çok uzun süre gitmedim (o bayiisine ise hiç gitmedim).

    Bu da böyle bir anımdır :p

  5. Elif said,

    Haziran 10, 2009 @ 15:05

    hay allah iyiliginizi versin duygu ve meren, gozlerimden yaslar geldi.

  6. Duygu said,

    Haziran 10, 2009 @ 15:22

    Biz sizi güldürdük, allah baba da bizi güldürsün. Arabamız bozuldu, hemen düzelsin yo!

  7. faruk said,

    Haziran 10, 2009 @ 16:22

    bence böyle durumlarda biraz agresyon işe yarayabilir..mesela şöyle olabilir diyalog:

    garson: what do you want?
    insan: i want sandwich.
    garson asdfasdf? asfasdf??? asdfasd??? or asdfasdf?
    insan: could you please stop asking questions and bring a sandwich..

    gibi bi yaklaşım.

  8. meren said,

    Haziran 10, 2009 @ 16:51

    Agresyon buralarda pek sökmüyor Zyariz’ciğim. 911′i arıyorlar hemen.

  9. Duygu said,

    Haziran 10, 2009 @ 16:53

    Evet, yüzüne bön bön bakıp sonra “Oh mi god, that is sooooo rude!” deme ihtimalleri çok yüksek. Sonra da belki sandviç hazırlarlar ama kaşla göz arası içine “tüpürüverirler” mazallah.

  10. epi said,

    Haziran 11, 2009 @ 12:21

    Gün bitiminde okuduğum için özet olarak maddesel yazmak istiyorum, şöyle ki;
    - Evet, benim de gözlerimden yaşlar geldi. Arabaniz tez zamanda düzelivirsin!
    - Konser işini kiskandim, evet.
    - Filmi pek merak ettim, aklima bagimsizlardan baska bir filmi getirdi, alakasiz ama siz haşmet ve zevcesine önermeden geçmiyim dedim: “A film with me in it”. Suprame aksanlariyla İralnadalilar, ve saçma basitlikte olaylar örgüsü insani nasil altina ettirir komedisi.
    - Son olarak; ilk yurtdışı maceramda -ki sadece iki kere oldu, allahim ya.. neyse..- subway deneyimini parmakla gösterme sureti ile atlatmiş idim. Olur da başkaları hala bu konuda endise hisseder diye, paylaşayim dedim. :p

    Sevgiler, miyvzin! (doğru mu dedim?)

  11. meren said,

    Haziran 11, 2009 @ 12:48

    miyvzin! (doğru mu dedim?)

    “Myvzın”, “Myivzın” ve “Myvzn” şu ana kadar literatürde karşılaşılmış ve genel kabul görmüş olan kullanımlar. Miyvzin’ı ise hiç duymadım,

    Best regards.

    PS: Filmi not aldım. Live by the parmak die by the parmak, hiç bir şeyi parmakla gösteremem, haşmetliğime zevâl gelir.

  12. Duygu said,

    Haziran 11, 2009 @ 13:16

    Myivzıncığım pek tişikür ederim film için, hemen Netlix’te sıraya koyayım dedim, meğer henüz DVD’si çıkmamış. Ama çıkınca hemen izlemek isterim pek sevgili İrlandalıların gönlümde yeri bir ayrıymıştı.

  13. Murat said,

    Haziran 12, 2009 @ 19:37

    madem kirli camasirlar ortaya cikariliyor, bende rahatlayayim dedim :P

    benimde soyle bir hikayem var.
    Tabiki de Subway`den sandvic, diner`dan kahvalti ismarlamak gibi cahilce isler yapmadim :)
    en kolay ismarlanacak seyi, yesil salata, yemeye karar verdim.

    murat: can I have a salad?
    garson: sure, what kind of dressing you like?
    murat: ,,,,,#@!
    garson: dressing?
    murat: dressing miiieeeens?
    garson: haa, we have ranch, honey mustard, caesar, blue cheese, italian, oil and vinegar,…
    murat: caesar! caessar!

    salataya sosmu katilir hocam ya, dokersin zeytin yagini mis gibi tamam (bide limon),
    dressing`i ilk defa bu sekilde cumle icinde duyunca anlamadim tabi,
    caesar dememim tek sebebi, salatayla ilintili oldugunu dusunmemdi :)

    bide soyle bisey olmustu;
    zaten sevmedigim bi birayi,
    cok sevdigim bi arkadasin hatri icin ismarlama gafletinde bulunmustum,
    “Michelob Aaaultra” <— NEFRET!

    barmen michelob ultra`yi anlamamakta israr edince,
    yardima Meren yetismisti,
    (bu biranin isminin nasil telafuz edildigi uzerine ders alan kisi)
    hem beni zor durumdan kurtardi, hemde icinde o biranin oldugu bardagi masaya tasimama gerek kalmadi :)

  14. meren said,

    Haziran 12, 2009 @ 20:08

    Eheheh

    Çok ayıp ediyorsunuz Murat Bey. Ben sizleri gerçek bira lezzetinin temsilcisi olan Michelob Ultra yerine, tutup Guinness, Abita Amber gibi boktan biralar içtiğiniz için eleştiriyor, gerektiğinde biralarınızı taşımaktan gocunuyor muyum? Sizleri olduğunuz gibi (yani biradan anlamayan cahiller olarak) kabul ettim ve kızmaktan vaz geçtim mesela. Asıl benim huysuzlanmam lazım o saçma biraları taşımak zorunda kalınca :( Michelob’u taşımak bir şereftir be.

  15. Düygü said,

    Haziran 13, 2009 @ 00:51

    ahhh ahh Muratçım ya, işte bu ülkede hiçbişey “safe” diil. Ne istersen bi soru ile karşılaşıyosun. Bu arada benim de bir sefer hamburger ısmarlayıp garson abla tarafından bana sorulan “how would you like your burger, well-done, medium, rare?” sorusuna “Yes” ile karşılık vermişliğim vardır.

    Michelob Ultra deneyimine aynen maruz kaldım yav! Hayret bişi, “altra” diye telaffuz etmeyince olmuyor, ne acayib. Fakat öyle kötü sözler söylemeyin piliz, gayet güzel, su gibi bi biramız kendisi. :)

  16. bora said,

    Haziran 15, 2009 @ 17:39

    Ben de konuyla ilgili Salih Memecan’ın bir anısını nakledeyim.
    Kendisi zaman zaman , ancak özellikle b ve l harfleri ardarda geldiğinde kekelemekle kalmayıp çok fena kilitlenmekte imiş.
    Bir gün marketten traş bıçağı almak istemiş, ancak bıçaklar kendin uzanabileceğin yerde değil, kasiyerden istemen gereken bölgedeymiş.
    Cesaretini toplayıp epey uğraşarak bıçağı istemiş, ancak kasiyer vermek yerine mavisinden mi siyahından mı istiyorsunuz diye sormuş.

  17. Düygü said,

    Haziran 15, 2009 @ 21:59

    Ahhh yaaa!!! Kocaman bir kahkaha attım bu anıyı okuyunca ama bir yandan da çok fena ehehe.

  18. Murat E. said,

    Haziran 16, 2009 @ 07:08

    Blue Moon içebilen insanları çok kıskanıyorum :(
    Coors’dan beklenmiycek derece şahane bir yapıt. Amerikadaki son senemde 7 kilo almamın nedeni.

  19. Işıl said,

    Temmuz 13, 2009 @ 05:33

    Merhaba

    sayfanızı yıllardır takip ediyorum.
    Yada daha dogrusu fırsat buldukça yazılarınızı okuyorum ve çok eğleniyorum.
    Bu yazıya da bayıldım ve çok güldüm..

    Bende yıllar önce Londra’da (sınıf gezisiydi, ilk gidişim) bir sandviç siparişimde domuz eti var mı bunun içinde diye soruyorum ama bir türlü anlamadı beni kadın. Aynı aşağılayıcı bakışlara maruz kalmıştım.
    Sürekli “no pig, no pig” deyip duruyordum :)))
    Ne bileyim ben “pork” diye soracağımı :)))
    Sevgiler

    Işıl

  20. zeynep said,

    Eylül 20, 2009 @ 10:33

    bence pek güzel deil yani ve ayrıca yabancı dil kullanıyorlar eyer bunu yabancılar yaptıysa Türkler yada bilgisayarda Türkçesi olmalı bence yani ay tipsiz olmuş ya bence sevmedim fazla sevenler vardır tabi ama ben sevmedim he şunuda diyim yani hemen ayyyy bu kötü kalpli demeyin bana çok gıcık kaparım ve benim iyiliğim çok yani

  21. zeynep said,

    Eylül 20, 2009 @ 10:36

    offfffffffffffff ya yeter ben çok iyiyim söylemiş olim yaniiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiii ohhhhhhhhhhhhhhhhhh

  22. Düygü said,

    Eylül 20, 2009 @ 10:44

    ————————–Ülkemin beyni sulanmış çocuklarından koro ve solo şarkılar kuşağında Zeynep’ten “Güzel Türkçemiz” şarkısını dinlediniz.————————————

  23. merve said,

    Mayıs 27, 2010 @ 23:22

    gecenin 12.sinde, benim kikirdamalarima dayanamayan, karsi masamda tez yazmaya cebellesen sevgili phd adayi esimle beraber gozlerimizden yaslar gelerek okuduk, cok eglendik, cok begendik, kendimizden bir deil cooook seyler bulduk. bu ulkeye ilk gelen her zavalli ogrencinin dusecegi bir gaflet sanirsam bu subway:))

    Blogunu okumaya Baran ve Arpat sayesinde basladim Duygucum. Saolsunlar, hayatima yeni bir renk kattilar. En basta sen saol tabi, yazilarin super!

  24. Düygü said,

    Mayıs 27, 2010 @ 23:33

    :))) Efenim hoşgeldiniz.

    Referansım kuvvetli yerden gelmiş, sizi hayal kırıklığına uğratmam işalla :)

RSS feed for comments on this post · TrackBack URI

Yorum yapın