Nezleden kırıldığım bir cuma öğlesinin itirafları
Küçüklüğümden beri günlük tutuyorum. Klasik anlamda günlük tutmaya ortaokulda başlamıştım. Yaz tatiliydi, elime bir yerden çirkince bir ajanda geçmişti, kahverengi deri bir kabı vardı. Tanıdık bir şirket tarafından filan bastırılmış bir şekilde bizimkilere verilmiş, onlar da ajandayı bana vermiş olmalıydı. Arabada gidiyorduk, ajandayı açıp birşeyler yazmaya başladım. Tarihleri tutturmak için defterlerime bakmam gerekecek ama, o sıralar kısa öyküler de yazıyordum da günlük tutmaya mı karar verdim, yoksa günlük tutmaya başladım, sonra kısa öyküler de mi yazdım emin değilim. Ama bu çirkin ajandadan aslında iki tane var, biri öyküler diğeri günlük no1.
O günden beri, hala daha, günlük tutuyorum. Bu internet günlüğünün dışında, kağıttan (etten kemikten) günlükler. Bunu niye yaptığımın nedenleri karmaşık olsa gerek. Küçükken hayalimde hep bir okur kitlesi vardı. Yazdıklarımı ne kadar beğeniyorduysam artık, birgün yayınlanacağını filan düşünüyordum. Büyüdükçe, birilerinin bu defterleri okuyacağı fikri en büyük kabusum haline geldi. Şimdi ikisinden de farklı hisler içindeyim (ama o hisleri açıkla deseniz açıklayamayabilirim). Fakat, bilincinde olduğum günlük tutma nedenlerinden bir tanesi benim bilim insanı yönümden kaynaklanıyor: Herhangi bir insan olan Duygu insanının hayatının, hislerinin, yaşadıklarının ayrıntılarını kayıtlara geçirmek, elimden geldiğince dürüst bir şekilde.
Birkaç ay önce, annemden Türkiye’de bıraktığım günlükleri bana göndermesini istedim. Aklımda, Duygu’nun geçmişine uzun bir aradan sonra göz atmak ve belki bugün yaşadıklarıma hissettiklerime cevaplar bulmak vardı. Defterler, Türkiye’min çirkin tasarımlı pulları, kargo yapışkanları ile süslenmiş ortaboy bir kutunun içinde geldiler.
Aralarından, tâ ilkokul zamanlarımdan miniminnacık bir defter çıktı. (Bu defterin boyu, bir parmağın iki boğumu kadar!) Ve defterde şöyle bir sayfa:
Okunmuyorsa diye buraya da yazayım:
Sorunu Halleden yollar
1) Babama birşeyi açıkça anlatınca sorun halolur.
2) Belki anlayışlı olmak.
3) Aynı kalem veya aynı şeyi almak.
Duygu.
3. maddeden dolayı sorunun kardeşimle didişmelerimiz olduğunu tahmin ediyorum. Belli ki bir şeyleri paylaşamıyormuşuz ki aynı şeyi alırsak sorun hallolacakmış. Belki anlayışlı olmak… Daha minicikken çözmüşüm olayı, ama insan işte ne kadar doğru bir şeylerin farkına vardığını anlayamıyor, hayatımın geri kalanında yeterince anlayışlı oldum mu? Neyse, budist rahibi değilim ne de olsa. Bu konuda kendime çok yüklenmeyeyim. Babama birşeyi açıkça anlatınca sorunun hallolması… Sanırım bu, babamın anneme göre konuya (artık konu her ne ise!) daha az duygusal ve daha mantıklı yaklaşıyor olması yüzünden, bir de muhtemelen kardeşimle benim üzerimde daha çok otorite sahibi olmasından…
İnternet güncemin kimi okurlarından zaman zaman e-postalar alıyorum. Bu e-postaların bir kısmında, burada yazdıklarımdan yola çıkarak benim ne kadar muhteşem olduğum, hayatımın ne kadar “süper” olduğu sonucuna varan ve bundan dolayı kendi hayatını anlamsız, değersiz bulanlar olduğunu görüyorum. Yurt dışında yaşayan bilim insanı çok yönlü Biyolokum… Bilinçaltımın derinlerinde bu internet güncesine yazmamın sebepleri kim bilir ne, ben de bilemiyorum (belki de deşmekten korkuyorum). Ama aldığım bu mektuplar beni buradan bir gerçeği paylaşmaya itiyor (acaba pişman olacak mıyım?): ben elbette bu internet güncesinde göründüğüm gibi değilim. Bu güncenin okurlarının bilmeyi hakettikleri şey, benim bu güncede paylaşmak yerine kendime ait defterlere yazmayı tercih ettiğim yüzlerce sayfalık başka bir yönümün de olduğu: mutsuz, endişeli, karamsar, umutsuz vs… Buradan pozitif ve güzel olanları paylaşmayı seçiyorum çoğunlukla, çünkü hepimizin hayatında bizi huzursuz eden şeyler var. Hemen hepimizin kendimizi berbat hissettiğimiz bir sürü zamanlar oluyor. Ezikliklerimiz, korkularımız var. Belki ben kendime yarattığım bu “Biyolokum” kimliğinde, sadece pozitiflere yer vererek bir rahatlama buluyorumdur, bilemiyorum, ama kendime söylediğim şey, yaptığımı sandığım şey, insanlara ilham verecek, onları hayata dair iyi hissettirecek ya da düşündürecek, öğrenmekten keyif alacakları şeyleri paylaşmayı tercih ettiğim.
Defterlere gelince. Okumaya başladıktan hemen sonra bıraktım. İçim eridi. O ergen Duygu’yu bulsamdı, sarılsamdı, geçer ki bunların hepsi, sonra tekrar gelir, sonra yine geçer, böyle böyle geçer hayat desemdi…
Keşke, demekle olsaydı.
Erdal said,
Mayıs 11, 2012 @ 13:08
Ne desem bilemedim ki.Yazar biz okuyucularına gizliden dert yanmış.En çok şuna üzüldüm ”ben elbette bu internet güncesinde göründüğüm gibi değilim”
Mutlu olduğunu hissetiğim birisinin aslında çokta mutlu olmadığını görmek beni çok ama çok üzdü.Belki kendi hayatımda yapmak istediklerimi başkası tarafından gerçekleştiriliyor olması ve onun mutlu hallerini görmek beni mutlu ediyordu bilemiyorum şu an bildiğim tek birşey varsa çok üzgün olduğum.
Meren said,
Mayıs 11, 2012 @ 13:41
İnsanların mutsuzlukları mutluluklarından daha kıymetsiz değil bence. Mutsuzkuklar da -aynen mutluluklar gibi- bu deneyimin farklı mecralarından renkler. Ve ‘chaos reigns’. Ne güzel.
Sezen said,
Mayıs 11, 2012 @ 15:04
Sevgili Duygu;
Blogunu ne zamandır okuyorum bilmiyorum uzun bir süre olsa gerek. Sen de etten kemikten bir insansın, mutlusun mutsuzsun falan. Ama sana şunu söyleyebilirim ki bir bilim insanı olarak iyi ki Türkiye’de değilsin. Ben ne yazıkki artık doktoramın son aşamalarında bir insan olarak öylesine üzgünüm ki burada olduğuma. Bu acayip kadro meselelerinin içine düştüğüme.
Yıllardır ben de günlük tutarım ama bunları okuyunca aklıma sadece bilim insanlığı ile ilgili birşey yazmak geldi.
Sevgiler
Sezen
gülşah yavaş said,
Mayıs 11, 2012 @ 15:16
cansın …
Uygar Mitat said,
Mayıs 11, 2012 @ 18:11
Ablalık, hocalık, arkadaşlık bir yana, çoğu zaman örnek aldığımsın. Ucundan kıyısından da olsa hayatının bir kısmına dahil olmuş biri olarak şunu söyleyebilirim ki; Duygu, Biyolokum’dan çok daha candan biri bence. :) Bu yazıyı Biyolokum’dan ziyade Duygu yazmış gibi zaten.
Ugur said,
Mayıs 14, 2012 @ 06:12
sonra da insanlar bana aynı çocukluğu yaşamışız diye nispet yapıyor. onlara bu yazıyı göndermek farz oldu. görür onlar..
Hakan said,
Mayıs 14, 2012 @ 07:20
Aynısı bana oldu, hatta çok yeni, geçenlerde, 20 küsur yıl önce Fen Lisesinden aileme yazdığım mektupları tekrar bulup okurkene..
Ama senin burda demen gibi diyemedimdi
İyi ki demişsin Duygu, çok güzel, şiir gibi.
>>>
Okumaya başladıktan hemen sonra bıraktım. İçim eridi. O ergen Duygu’yu bulsamdı, sarılsamdı, geçer ki bunların hepsi, sonra tekrar gelir, sonra yine geçer, böyle böyle geçer hayat desemdi…
Keşke, demekle olsaydı.
>>>
bilgelik zaman ile geliyor gerçekten…
sağlıcakla kal
HY
dicle said,
Mayıs 14, 2012 @ 22:41
Şimdi, Duygu Hanım, kafamda iki şey ve klavyemde bir bağlantı sorunu var… Sorunlu olanı, tuş aralarına kerelerce bebek maması dökülmüş ve artık temizlenemez olan klavyeyle değiştirdikten sonra yazmayı sürdürüyorum… Evet, kafamda iki başlangıç noktası var; biri beni kısa yoldan bir sonuca götürür mü, bilmiyorum; önce onu yazayım: Gözümden kaçan olmuştur, ama yazılarınızda şu tamlamayı -doğal olarak sıkça- kullanıyorsunuz: “Bilim insanı”. Bu deyişiniz hoşuma gitmiyor (benim hoşuma), ama size (kişiliğinize) belki az çok uygun düştüğünü de seziyorum. Sezmeyip biliyor da olsam, kimsenin yargıcı olmak istemem; bundan kaçınarak yazmaya çalışacağım… İlim’i ve alim’i bir yana koyarsam, eskiden “bilimadamı” denirdi (“balıkadam” dendiği gibi). Sonradan, ara sıra “bilimkadını” da dendi. Cinsiyeti olmayan şeylerle ilişkilerde öznenin cinsiyetinin önemi tartışılabilir; cinsiyeti sözkonusu etmek kimilerinin hoşuna da gidebilir; örneğin piyanonun cinsiyeti olmasa da, piyanistin cinsiyetinin sözkonusu edilebileceği, önem yüklenebileceği gibi… Bence bu konuda ileri sürülebilecek olanlar kurgusaldır (spekülatif); nesnellikleri su götürür; kolayca ölçüye vurulamazlar… Konuyu dağıtmayayım, ve öznelliğin daha egemen olduğu sanat alanından çıkararak, şöyle söyleyeyim: Matematiğin cinsiyeti yoksa, matematikçinin cinsiyetinden kime ne? Bu bakış açısı uyarıcı olmuş olmalı ki, artık “bilimci” de deniyor (“balıkadam” yerine de “dalgıç”). Usamlamamı azıcık iteleyip kısa yoldan sonuca gidersem, “bilim insanı” demekten vazgeçip (vazgeçebilip) “bilimci” demeye başladığınızda, belki, yukarıda yazdıklarınızla ilintili gördüğüm ve ayrıntısına girmeyeceğim sorunların, çelişkilerin, ikilemlerin -her ne denirse- bir kısmı çözüme kavuşabilir, diye düşünüyorum… Çok yalınlaştırarak sunmaya çalıştığım bu formülü ne ölçüde uygulayabilirsiniz, buna istekli olabilir misiniz, bilemem. Bana biraz güç görünüyor. Yanılıyor da olabilirim. Belki gerçekte, ortada çözülecek bir ‘sorun’ bile olmayabilir; ya da sorun olabilir de, çözüme kavuşmaması daha ‘sağlıklı’ olabilir. Kim bilir?
Kafamdaki ikinci başlangıç noktası ise ‘günlük tutmak’la ilgili. Diğerinin, en azından kendi bakımımdan bir sonuca bağlanmasından az çok mutluluk duyarak, yazmayı sürdürüyorum: Günlük tutmanın belirli bir biçimi, bana hastalıklı görünüyor. Hangi biçimi olduğunu şöyle açıklayayım… Diderot uzun yıllar, düzenli bir biçimde bir kadına mektuplar yazmıştır. Bunlar (gerçekte, -tarz bakımından da, sonuç bakımından da- günlük sayılabilirler), bir kitapta toplanmıştır: “Sophie Volland’a Mektuplar”. Diderot’un metinleri, mektup oldukları için, yazıldıkları sırada da kendi kendine konuşmanın ötesine geçmiş, nesneleşmiş düşünceler ve duygulardır. Nesneleşmiş olmaları önemli… Tolstoy ve eşi Sofya da yaşamları boyunca düzenli günlük tutmuşlardır. Birbirlerinin günlüklerini okurlarmış; hatta okumaları için birbirlerine ve kimi kesimlerini başkalarına verirlermiş. Sofya Tolstoy’un günlükleri bir kitapta toplanmıştır ve kitap, kocasının özel yaşamına, yazma etkinliğine, vb. ışık tutar… Günlük tutan çok kişi vardır ve bunları okumak çoğu kişiye keyif verir. Günlüklerle eş tutulabilecek biçimde, derlenmiş mektuplar da öyle. Örneğin Baudelaire’in, Rimbaud’un, vb. mektupları birer kitap olarak basılmıştır… Günlük olsun, mektup olsun, bunlarda, sonuç bakımından da bir nesneleşme sözkonusu…
Yazmaya bir süre ara vermeliyim. Sürdüreceğim.
İçtenlikle.
befru said,
Mayıs 15, 2012 @ 15:57
Size sadece birşey söylemek istiyorum.Sizi tanimiyorum,sadece yazılarinizi takip ediyorum.Yazınızı okuyunca içimden sadece “seni seviyorum Duygu insanı” demek geldi…
Biyolokum said,
Mayıs 15, 2012 @ 16:00
Ya utanırım :’) hehe
anne said,
Mayıs 16, 2012 @ 13:49
Güzel kızım..çocukluğunu hep endişeli zaman zaman mutsuz geçirmende benim de payım olduğunu biliyorum..Keşke adını DUYGU koymayaymışım …insanlar isimlerinin anlamları gibi davranıyorlar ..bilmem bana katılan var mı?ancak sana çoğu zaman bardağın dolu tarafını göstermeye çalıştığımı anımsıyorum..O günler için beni affet yavrucağım…neyse artık GEÇTİ GİTTİ HEPSİ BİTTİ..bundan sonra hep mutlu ol inşallah ..
dicle said,
Mayıs 17, 2012 @ 03:01
Duygu Hanım, yazmayı sürdüreceğim demiştim, ama Annenizin bu anlamlı sözlerinden sonra, yazmak bana anlamsız göründü. Kendisinin ellerinden saygıyla öpüyorum.
İçtenlikle.
Aydin said,
Mayıs 17, 2012 @ 22:54
Duygu>Biyolokum
nalanizm said,
Mayıs 24, 2012 @ 09:34
:D benim de var yıllardır tuttuğum günlükler.ama arada imha ettiğim için çok eski olanları elimde değil.şu an 98 den beri yazdıklarım var..ansiklopedi gibi oluyorlar zamanla…
limonagaciguzeldir said,
Haziran 22, 2012 @ 09:49
Son paragraf.. :’) hiç beklemediğim yerden geldi..
kerem said,
Temmuz 4, 2012 @ 01:35
:) güzel olmuş bu yazı, bazen geriye bakmak güzel…. yazar olmak isteyen biri için günlük tutmak da güzel…
normal bir insan olduğunun farkında olmak ve insanların bunu unuttuğu anlarda onlara hatırlatacak kadar cesaretli olmak çok daha güzel… eline sağlık….
Lashanda Amr said,
Eylül 10, 2023 @ 15:24
I believe this site has very excellent composed written content blog posts.
Toshiko Neves said,
Eylül 17, 2023 @ 05:27
I truly appreciate this post. I have been looking all over for this! Thank goodness I found it on Bing. You’ve made my day! Thanks again