Bir macera aracı olarak üflemeli çalgılar
Hayatta ne iş yapıyor olursam olayım, yanında birazcık da müzik yapabilmeyi çok isterdim. Bu yüzden, “jam” keyfi içinde enstrümanı ile bütün, saz arkadaşları ile ahenkli müzisyenleri gördükçe, oturup yapılan müziğin tadını çıkarmak yerine huzursuzlanıyormuşum meğer (huzursuzlanmak için hiçbir fırsatı kaçırmam, adım gibi düygülüyüm). Kimi kültürlerde buna “kıskançlık” deniyor olma ihtimali var :) Bense kıskançlık duygusundan o kadar ödü kopan bir insanım ki, sırf üzerime “kıskanç” etiketi yapışmasın diye “huzursuzlanmak” gibi bir kelimeyi seçmeme sebep olan “ortada kuyu var yandan geç” felsefesini utanmazca sergiliyorum bakınız. Neyse bu kıskançlık konusuna bilahare geleceğiz bu blogda sevgili okur.
Klarnet çalmayı denemiştim biraz, o klarneti Yunanistan’a gidebilmek için satmıştım da senelerce içimde kalmıştı. Sonra geçtiğimiz senelerde elime biraz para geçince, yeniden bir üflemeli çalgı aldım. Bu sefer beni (kendimden başka) kimse tutamazdı, aldığım çalgı elektronikti, istersem kulaklık takıp kimseyi rahatsız etmeden çalabiliyordum, çok ciddi bir ciğer istemiyordu, fiziksel engeller ortadan kalkmıştı, kolaydı, şuydu buydu. Artık hiç bahanem kalmamıştı. Ne oldu? Birkaç ay çaldım. Birkaç parça çıkardım. Sonra öylece oturdu yine. Her nasılsa vakit olmadı yine (dünyanın en büyük yalanlarından biri değilse ne!). Her göz göze geldiğimde içime sıkıntı olmaya başladı. Adeta “luuuğzır luuğğğzır” diye inliyordu nâmeler.

Jason Ricci'nin Maple Leaf Bar'daki konserinden. © A. Murat Eren
Birgün ama, çok güzel bir aydınlanma anı yaşadım. Ya da kendimle barışma anı demeli belki de. Neden, nasıl, tam olarak ne zaman hatırlamıyorum. “Ya, dedim, Düygü, ya bu da eksik kalsın be güzelim. Sen müzik yapmayıver be canım. Bırak başkaları yapsın senin için, sen sırtını yasla koltuğa, koy bi bardak kahve, şarap bişi, bi dinlen bi rahat ol, bi sakin ol, biraz da tüketici ol…” Ben böyle kendime kızmak yerine kendime anlayış göstereli ne kadar uzun zaman olmuşmuş sanki! (Yalnız patolojiyi farkedebiliyor musunuz bilemiyorum, illâ ki de o enstrüman çok iyi çalınacak, yoksa hobi değil mutsuzluk sebebi haline getiriyor bünye, ne var yarım yamalak çal yine keyif al, hayret bir şey). Nitekim, yaptım bir bardak kahve, yasladım sırtımı koltuğa ve E.S.T. dinledim. (Esbjörn Svensson Trio – bu aşamda şu verdiğim bağlantıya tıklayıp o şahane parçayı bu blog yazısına fon müziği yaparsanız ne kadar şahane olmaz mı? Olur.)
O sıralar, birgün Tümay’la Mississippi nehri kenarında Fransız pastanesinden aldığımız kuruvasanlarımızı kemirir ve ikimiz de hayata dair kaynağını bilmediğimiz iç sıkıntılarıyla dolarken (ve o esnada dünyanın bir yerlerinde bir pelikan sümsük kuşunu mideye indirivermişken ve aslında hayat bu kadar kısayken), konu nereden açıldı hatırlamıyorum, tüplü dalış yapmaya karar verdik bir anda. Birbirimizin “badisi” olacaktık. Tümay’ın Türkiye’de ODTÜ SAT’tan sertifikası ve dalış deneyimi vardı. Benimse lise 2. sınıfı bitirdiğim yaz, sertifikasız falansız filansız, havuzda yarım saatlik bir hiper hızlı eğitimden sonra Akdeniz’in 18 metresine yaptığım ilk ve son tüplü dalış deneyimim. Bu kadar zaman geçti, hâlâ sakinleşmek istediğim zamanlarda suyun altında balık sürülerine bakarken yaşadığım o hissi, regülatörle nefes alıp verişin insanı garip bir şekilde dinlendiren sesini filan hayal ediyorum. Yapmayı çok ama çok istediğim, ama bir memurus yavrusunun kısıtlı ekonomik koşullarında imkan bulamadığım bir şeydi. Kendime dedim ki (baya bi konuşuyorum böyle kendimle ben) “Ya Düygü, sen bu Ewi’yi (son üflemeli çalgımız) sat bence, seni tamamen mutlu edecek bir hobi olan tüplü dalış işinin mayası olsun.” Yani ikidir, bana esas keyfi verecek maceralar için, üflemeli çalgılarıma kumbara muamelesi yapıyorum (kumbara biraz komisyon alıyor ama ne yapalım). Pişman? Hiç değilim :)
Diyeceğim o ki (dikkat öğreten kadın geldieee: Düygü La Fontaine), bazen insanın kendisi ile inatlaşmayı bırakacağı yeri bilmesi de önemli aslında – ha şunu bi daha önce bileydim, daha sık hatırlayaydım! Bu aralar Amerikalıların bilgeliğine dadandım madem -git gide seviyor muyum ne kerataları- (“Wherever you go there you are” ), yine onların dediği, hatta ve hatta güzide dizi Lost’un sonunda da söylendiği gibi bazen “You just have to let it go“. (Şu Lost’a da bu kadar takmayın arkadaş, let it go, alla allaaa :)
Tümay’la Mississippi kenarındaki günümüzün akşamı, PADI‘nin internet üzerinden eğitimini almaya başlamıştım bile. Bir gaza gelmeye göreyim, böyle de kararlıyımdır – kimi kültürlerde buna “fevri olmak” dendiğini de duydum. Geçtiğimiz hafta sonu da havuz ve açık deniz eğitimi için Florida eyaletimizin minik sahil beldesi Destin’e gittim (bu esnada iki kişiyi daha sertifika almak için ayartmayı başarmıştım). Dalış sertifikamı aldım. 4 ufak dalış yaptım. Bir balık sürüsü bulutunun içinden geçtim. Bir gemi batığının etrafında dolanan kocaman (ama kocaman!) bir orfoz gördüm. Kumda minicik deliklerinden kafa uzatıp bana bakan sonra korkuyla içeri kaçan peygamber devesi karidesleri‘ne “melabaaa” dedim.

Bizi dalış yapacağımız yere götüren teknedeki adamlar. Soldaki bizi dalış aralarında ananas ve çilek ile besledi. (İyiliğinden değil tabi, inerken çatır çatır bahşişinizi veriyosunuz).
O kadar aşk ile doluyum ki, bugünlerde tek düşünebildiğim bir daha ne zaman dalabileceğim. Ama benim dalış anılarımı anlatmaya başlamam uzun sürecek. Siz isterseniz o sırada sualtı ninjası Aziz Saltık’ın blogunu ziyaret edip çektiği fotoğraflar ile keyiflenin. Ya da mesela çok zenginseniz, böyle nereye harcayacağınızı bilemediğiniz kadar çok paranız varsa, “ay şu sualtına bi de Düygü’nün gözünden baksak” diyorsanız mesela, bana şundan satın alabilirsiniz. Böylece ben de dalış anılarımı fotoğrafları ile hemen anlatmaya başlarım, söz. Gerçi önce sualtında sabit durmayı öğrenmem gerekiyor ama olucak hepsi olucak… Yok vallahi kırmayacağım o cici şeyi bana alırsanız, gözüm gibi bakacağım.

Tamam di mi?
NOT: Çok ama çok sevdiğim Esbjörn Svensson‘un 2008′de hayatını nasıl kaybettiğinin bu yazıda bahsedilenlerle ilgisi tamamen bir tesadüften ibaret. Bununla birlikte, garip bir şekilde tüy dikenleştirici etkisi de yok değil. Kendimle müzik konusunda barışmamın kutlamasını E.S.T. dinleyerek yapıp ardından tüplü dalışa gönül vermem acaba bilinç altımın bir oyunu mudur? (Hayır, intihara meyilli değilim.) Peki ya E.S.T.’nin en sevdiğim parçalarından biri olan From Gagarin’s Point of View‘un klibine ne demeli? (Hayır, taş gibi İsveçli ablanın tabi ki konumuzla ilgisi yok). Bir acayip…
pinar said,
Mayıs 31, 2010 @ 05:09
kas’a bekliyoruz bu yaz, unutma :D daha sonra iyice kafayi yiyip butun yaz tatilini bi dalis teknesinde gecirmeye basliyosun, orfozlara bizden de selam soole :)))
Ahmet Zehir said,
Mayıs 31, 2010 @ 08:56
huzursuzlandim.
Düygü said,
Mayıs 31, 2010 @ 11:08
Ah Pınar yaaaa, bu yaz Türkiye’ye gelemiyoruz ki… Ama pılıyı pırtıyı toplayıp Türkiye’nin bir tatil beldesinde bir çadırda yaşamaya başlamama ramak kaldı… :(
anne said,
Haziran 1, 2010 @ 06:07
çok güldüm çok eğlendim ve keyiflendim..bebeim ne güzel yazmışsın ama kulağına bi şey fısıldamak istiyorum,hani ilk üflemeli enstrümanınla birine hava atmaya çalışırken başka yerden kaçan hava geldi aklıma.ha ha haaa…çok komik bi anındır bu senin dii mi?
Düygü said,
Haziran 1, 2010 @ 07:17
Ahahah annecim çok teşekkür ediyorum ya. (Allam yaleppim :) Ama belki ben o anıyı başka bi blog yazısına saklıyor olabilirim. Daha fazla açık etmeyelim :)
pinar said,
Haziran 1, 2010 @ 10:00
canimcim biz hep burdayiz, bu sene, olmadı seneye, ne zaman olursa artık:) beraber güzel dalışlar yaparız umarım, daha gece dalisi var bak, o da baska bi sahane olay… ama cadir konusunda bana guvenme derim :D
Düygü said,
Haziran 1, 2010 @ 10:06
Yok ben çadırı baya bi yaşam tarzı olarak, bohem bi insan olup işi gücü balık tutup dalmak olarak… :) Belki kitap filan yazarım. “Böyle benzer hayallerle gezerdi işte…”
Amfoes said,
Haziran 28, 2010 @ 16:30
1. Ay Düygü, sen Türkiye’yi epey bir unutmuşsun. O son fotoğraftaki işaretin anlamı “tamam mı” değil, başka bir şey. Eline koluna dikkat et. :)
2. Başka blog yazısına konu olacak anıyı not ettim (yuh!). Anlatmazsam çatlarım, anlatmazsan başının etini yerim valla.
3. Enstrüman konusunda benzer monologları ben de Olric ile yaptım. Yaylı çalgılara bir zaafım var benim de. (Hayır Olric, yaylı çalgı çalan güzel hatunlara değil zaafım) Neyse, ben de piyano kursuna yazılayım bari o zaman dedim. (Neye niyet, neye kısmet) Bir türlü kendimi ikna edemedim. Disiplinli bir şekilde yapılmadığı taktirde çabalarımın boşa gideceğini düşünerek hiç başlamayayım ben en iyisi dedim. Gel gör ki, feci şekilde aş eriyorum bir müzik enstrümanı çalmaya – hele ki şöyle viyola falan çalsam pörfek olurdu resmen. Du bakalım, düzenimi bir şekilde kurabilirsem viyola işine mutlaka el atacağım. Hiç olmadı, işler umduğum gibi gitmezse, satıp Yunanistan’a giderim! :)
Düygü said,
Haziran 28, 2010 @ 16:52
1) Ahhaha, o sizin kendi “pervert”liğiniz mirim. Şimdi o gözle bakınca gerçi, baya fena hagaten yav.
2) Malesef o anıyı anca rakı masasında anlatabilirim gibi geliyor bana.
3) Ya geçelim bu müzik olayını. Ben kendimi suya verdim. Acayip kafa dinlendiriyor. Uğraşamam enstrümanın derdiyle tasasıyla. Zaten hayatım çalışmakla geçiyor, bi de hobim olacak şey için de mi ruhsal bunalım yaşicam. Hayır. Bitti benim için, ben dinleyiciyim bundan böyle (ikinci bi emre kadar).
Amfoes said,
Haziran 28, 2010 @ 20:27
2. Anlaştık, bir gün yapalım rakı-meze o zaman.
3. He valla, ne güzel söyledin. Yapboz olayına döneyim ben öyleyse, en temizi. Orada da yapboz bittikten sonra biten yapbozla ne yapılacağı sorunsalı var gerçi.
Su olayına ben de heveslenmiştim ama bir türlü batamıyorum. Kaldırma kuvvetinin gıcıklığı mıdır, benim bahama tarzı süper mayomun azizliği midir bilemedim.
Bu müzik olayını geçme tavsiyesi, telkini kafama iyice yattı.